26 Nisan 2024 Cum

Tahsin ÇAYIROĞLU’nun Kaleminden Musul Meselesi

Türkiye Irak’taki Türklerin hamisidir öyle ki bu durum soydaş olmanın da ötesinde Türkiye’nin boynunda tarihsel bir misyondur.

MUSUL MESELESİ

1)TARİHSEL BAKIŞ:

Musul ve Kerkük daha Abbasiler döneminde yani Anadolu’dan çok önceleri Türkler tarafından yurt edinilmişti. Abbasiler döneminde getirilen Türkler bu bölgeye yerleştirilmişlerdi. Ünlü oryantalist J. H. Kramers 12. asırda Kerkük ve civarının başkenti Erbil olan Türk beyliği Begtekinliler’e bağlı olduğunu İslam Ansiklopedisinde belirtmek suretiyle bölgede Türk varlığının Osmanlılar’dan çok evveline dayandığını vurgulamaktadır.

Selçuklu İmparatorluğu bölge ile yakından ilgilenmiş ve bölgeyi doğrudan merkeze bağlayarak yönetimi de Türk valilere bırakmışlardır. Musul, Selçuklu hakimiyetinden sonra sırası ile Erbil Atabeyliği, Artukoğulları Beyliği, Karakoyunlular Devleti ve Sasani Devletinin eline geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetine kadar Gökyurt olan şehir daha sonra Kerkük adıyla anılmaya başlanmıştır. Yavuz Sultan Selim’in 1514 yılındaki Çaldıran Seferi ile de Türkiye’ye bağlanmıştır.

 Kanuni Sultan Süleyman döneminde beylerbeyliği olan Musul daha sonra Bağdat Eyaleti’ne bağlanmıştır. 1850’de mutasarrıflığa çevrilen Musul 1878’de vilayet olmuştur. 1895 yılında yapılan son düzenleme ile Musul Vilayeti Musul, Kerkük ve Süleymaniye olmak üzere üç sancağa ayrılmıştı. Tarihsel manada Yukarı El-Cezire olarak bilinen bölge emperyalist güçler tarafından maksatlı olarak Bağdat’ın bir parçası olarak gösterilmiştir.

Mehmet Hurşit Paşa padişaha sunulmak üzere 1849’da kaleme aldığı raporunda Erbil ve Kerkük havalisi ahalisinin Türkçe konuştuklarını ve civardaki Kürt ve Arap ahaliden dolayı da Kürtçe ve Arapça bildiklerini yazmıştır. Raporun umumiyetinde de bölgedeki tüm unsurların etnik özelliklerini vurgulayan paşa, bu iki bölgedeki halkın Türkçe konuştuklarını ve dolayısıyla Kürt ve Arap yerleşkesinden söz etmemesi 19. asrın yarısında da bölgede Kürt ve Arap ahalinin bulunmadığını göstermektedir.

1920’deki Fethi Okyar tarafından yapılan ve Lozan’da gündeme getirilen bölge nüfusu şöyledir;

Türk                : 146,960

Kürt                : 263,830

Arap               : 43,210

Gayrimüslim    : 31,000

Yekün             : 503,000

İngilizlerin Lozan’da ileri sürdürdükleri nüfus yapısı ise şöyleydi:

Türk               : 65,895

Kürt                : 452,270

Arap               : 185,763

Hristiyan         : 62,225

Yahudi            : 16,865

Yekün             : 785,468      

19. yüzyılın sonlarına doğru Musul sömürgeci devletlerin ilgi odağı haline geldi. Özellikle Almanya, İngiltere ve Fransa bölge ile alâkadar olmaya başladılar. Bu konuda Almanya’nın Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi bile vardı.

II. Abdülhamit Han’ın talimatı üzerine yapılan araştırmada El-Cezire bölgesinin (Musul) petrol rezervleri yönünden zengin olduğu görüldü. 1890 ve 1898 tarihli kanunlarla Musul ve Bağdat petrolleri Hazine-i Hassa ‘ya bağlamıştır. 1908 yılında çıkarılan bir kanunla padişaha bağlanmış olan bu araziler Maliye Nezareti’ne bağlanmıştır.

Sömürgeci devletlerin petrol şirketleri arasındaki rekabet de kızışmıştı. Cassel’in kurduğu Türk Petrol Şirketi, Osmanlı ülkesinin her yerinde petrol arama imtiyazını da elde etmişti. Bölgede, Türkler dışında kalan halklar emperyalist güçler tarafından kaşınmaya başlanmıştı. Meşrutiyetin getirdiği hürriyet içinde Araplar ve Kürtler arasında ayrılıkçı hareketler de gün yüzüne çıkmıştı.

I. Cihan Harbi’nde Basra Körfezi’nden çıkartma yapan İngiliz Kuvvetleri, Halil Paşa tarafından Kut’ta durduruldu. 1916’da İngiltere ile anlaşan ve ayaklanan Araplar da Türkleri zor durumda bıraktı. 11 Mart 1911’de Bağdat’ın düşmesi İngilizler’e Musul yolunu da açmış oldu.

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile savaş sona ermişti. 31 Ekim’de ateşkes anlaşması Musul’da bulunan VI. Ordu Kumandanı Ali İhsan Paşa’ya bildirildi. Ateşkes anlaşmasına rağmen İngilizler Musul’u işgale kalkmışlardı. 10 Kasım 1918’de İngilizler’in direktifi doğrultusunda İstanbul Hükümeti, Ali İhsan Paşa’ya cephane ve silahları tahliye etmesini emretti. Bu duruma razı olmaya mecbur edilen Paşa Zaho’ya çekildi. Bu durum M. Kemal Paşa tarafından da çok tenkit edilecektir (hükümetin bu emrine uymayan Mustafa kemal Paşa Suriye-Filistin Cephesi Ordu Komutanlığından alınarak İstanbul’a çağrılmıştı).

Birleşik Krallık 10 Kasım 1918’de mütarekeye ve Uluslararası Hukuka aykırı olarak Musul’u fiilen işgâl ederek burada propagandalara başladı. Bölge, Osmanlılar döneminde Kuzey El-Cezire olarak anılmakta ve ayrı bir vilayet şeklinde idare edilmesine rağmen İngilizlerce Bağdat’ın bir parçası olarak lanse edilecektir.

Musul’da kurulan Cemiyet-i Hilâliye TBMM’ye bağlılıklarını bildirerek vatanın ayrılmaz bir parçası olduklarını göstermişlerdir. Yine Üzeyni Sadun Paşa ve mahiyetindekiler Türkiye’ye gelerek Irak’ın önde gelen kabilelerinin Türkiye’nin yanında olduklarını bildirmiştir.

Bu arada boş durmayan İngilizler, Almanlara ait % 25 petrol hissesini Fransızlara verdiler. Haşimi Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı Irak’a kral yaptılar. Musul’da Kürtleri ve Nasturileri Türkiye’ye karşı kışkırtmaya çalıştılar. Bölgenin demografik yapısını dünya kamuoyuna çarpıtarak verdiler ve Türkiye aleyhine propaganda yaptılar.

28 Ocak 1920’de Osmanlı Mebusan Meclisi’nin aldığı Misak-ı Milli kararları ile vatanın ayrılmaz bir parçası ilân edilen Musul, 10 Kasım 1918’de İngiltere’nin işgaline uğramıştır.

1921 yılında meclis bölgeye askeri destek sağlamak maksadı ile Binbaşı Şevki Beyi Süleymaniye Bölge Kumandanlığına tayin etti. 1922 yılında Musul’a yönelik askeri harekât hazırlığı için genelkurmaya talimat verildi. Antep milis kuvvetleri kumandanı Yarbay Şefik Özdemir Bey El-Cezire Komutanlığına atanarak bu vazifeye tayin edildi. Mahiyetindeki kuvvetler Türk unsurlardan ziyade Cezayir ve Tunus’tan gelen askerlerden müteşekkildi.

Özdemir Bey’den haberdar olan İngilizler ise bu bölgedeki kuvvetlerini takviye ederek civardaki aşiretleri Türkiye aleyhine kışkırtmakta ve dünya kamuoyuna yanıltıcı bilgiler vermekteydi.

Bölgeye intikal eden Özdemir Bey yöredeki aşiretlerin bir kısmını yanına çekmeyi başardı. Bu aşiretlerin içinde Sürücü, Barzan, Zibarli ve Balikli aşiretleri vardı. Yöredeki gelişmelerin Türkiye’nin dışında gelişiyormuş izlenimi yaratılarak bölgeye yapılacak askeri harekâta zemin hazırlanıyordu. Özdemir Bey cephane tedarikini sınırdan sağlıyordu. İngilizlerle çatışmaya giren Özdemir Bey birçok kez de başarı kazanmıştı. Bölgede kontrolü kısmen eline geçirerek idari yapılanmaya dahi girişmişti. İngilizler ise kuzeyde Simko ve güneyde Şeyh Mahmut’u kullanmak istiyorlardı.

Bu sırada Lozan görüşmeleri başlamıştı. Türk tarafının vatan toprağı olarak gördüğü Musul, İngilizler için petrol yatağıydı. İsmet Paşa Musul’un Anadolu’nun bir parçası olduğunu, işgâlin anlaşmaya aykırılık teşkil ettiğini, nüfusun Türklerden ve Kürtlerden oluştuğunu ve Kürtlerin de Turanî ırktan olduğunu ve dolayısıyla Musul’un Türkiye’ye terkini talep etti. Buna karşın İngiltere ise Musul’un Irak’a ait olduğunu, nüfusun Kürtlerden, Araplardan ve gayrimüslimlerden müteşekkil olduğunu, Türklerin gayrimüslim halka zulüm yaptığını ileri sürüyordu. Türk Hükümeti Musul’a tam hakim olarak egemenlik paylaşımını reddediyor ve bu da petrolü paylaşmayacağı manâsını taşıyordu. Bu kozu iyi kullanan İngilizler birçok yabancı şirketle temasa geçerek Türkiye’yi uluslararası alanda desteksiz bırakmıştır.

Musul’un barışçı yollarla alınabileceği ümidi askeri harekâta da mani olmuştu. Bu arada daha evvel Ravandiz’de İngilizler’i yenen Özdemir Bey sevkıyat sıkıntısı nedeniyle zora düşmüştü. 22 Nisan 1923’te Revandiz düştü. Barzan ve Balik aşiretleri de İngilizlerin tarafına geçti. Zor durumda kalan Özdemir Bey İran’a geçmek zorunda kalarak bu şekilde Musul’a yönelik askeri harekât da son bulmuştu.

2)LOZAN SONRASINDA MECLİSTE YAPILAN TARTIŞMALAR:

30 Haziran 1923’teki konuşmasında Gazi Mustafa Kemal Paşa Musul’un Türkiye’nin milli sınırları içinde olduğunu, burasının anavatandan koparılıp hediye edilemeyeceğini, Milletler Cemiyeti’nin bu konu ile alâkadar olamayacağı, gerekirse muharebenin kaçılmaz olduğunu belirtiyordu.

Rauf Bey, Musul Meselesi’nin doğu vilayetleri meselesi olduğunu ve Musul’un tehlikeye düşmesinin doğu illerinin tehlikeye düşmesi, doğu vilayetlerinin tehlikeye düşmesinin de Türkiye’nin tehlikeye düşmesi demek olduğunu belirtiyordu. Rauf Bey ayrıca Musul’un siyaseten almanın mümkün olmadığını ancak ordu yürütmekle bunun mümkün olduğunu savunuyordu.

Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, ‘’ başkumandan paşaya söylüyorum ki, Paşa ordunun başına otur, başka işin yoktur…’’ yani Musul’u al diyordu. Başka Erzurum mebusu Burak Bey ise Kars ve Erzurum nasılsa Musul da odur diyordu. Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey de İngilizlerin Kürt-Türk ayrımı yaparak Musul’u Türkiye’den koparmaya çalıştığını ve Musul’un Türkiye’nin ayrılmaz bir parçası olduğunu söylüyordu.

3)LOZAN SONRASINDA MUSUL:    

İngiltere, Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayanarak Musul’u işgâl etmişti. 1916’da yapılan Sykos-Picot gizli anlaşmasına göre Musul, Suriye’nin bir parçası sayılmıştı. Sevr Anlaşması’nın 64. maddesine göre Musul, kurulması düşünülen muhtar Kürt bölgesine bırakılıyordu.

Lozan’da Türk Heyeti, Türkiye’nin bir parçası olan Musul’un, Türkiye’ye terkini talep etti. Statükonun devamından yana olan İngiltere ise buna karşı çıktı ve meselenin anlaşmadan sonra dokuz ay içinde İngiltere ve Türkiye arasında karşılıklı çözümlenmesi kararını Lozan’da onaylattı.

Bu arada Süleymaniye’de ayaklanma çıkmış ve İngiltere burayı bombalamıştı. Türkiye bu olayı protesto etti. Aynı zamanda Musul’da bulunan Hıristiyan Asuri kabileler Türkiye’ye karşı silahlı hareketlerde bulunmaya başladılar.

İstanbul’da yapılan Haliç Konferansı’nda Fethi Bey, Musul ahalisinin 3/2’sinin Türkler ve Kürtlerden oluştuğunu ve bölgenin coğrafi olarak da Türkiye’ye ait olduğunu dolayısıyla Musul’un tahliyesini istedi. Bunu reddeden İngilizler ayrıca Hakkari üzerinde de hak iddiasında bulundular. 5 Haziran 1924’te konferans dağıldı ve Lozan Anlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrasına göre mesele Milleteler Cemiyeti’ne havale edildi.   

Türkiye cemiyette Türk tezlerini savunmakla beraber Musul’da halkoylaması yapılmasını istemişti. İngiltere ise halkın cahil olması dolayısıyla sınır meselesinden anlamayacağını ileri sürerek bu talebe karşı çıktı. Bu arada Türkiye ile İngiltere arasında sınır çatışmaları başladı. Cemiyet tarafından geçici bir hat tayin edilerek çatışmalar önlendi (Brüksel Hattı).

Tahkik Komisyonu raporunda (Eylül 1925) Musul’un bağımsızlık istediğini bildirmiş ancak şu telkinleri de belirtmişti; Musul’un Irak’ın bir parçası olduğu ve 25 yıl süre ile İngiliz mandasında kalmasını, sınır olarak da Brüksel Hattı’nın esas alınması gerekliliğini söyledi. Türkiye buna itiraz etmiş ve Cemiyetin bağlayıcı kararlar almaya yetkili olmadığını ileri sürdü.

Neticede Cemiyetin aldığı bu karar siyasi bir karardı. Nitekim İngiltere cemiyet içinde oldukça nüfuzlu bir konuma sahip daimi bir üye iken Türkiye daha cemiyete üye bile değildi. Cemiyetin bu şekilde karar vermesi Türkiye’yi Sovyet Rusya’ya yaklaştırdı ve 17 Aralık 1925 yılında Tarafsızlık ve Saldırmazlık Antlaşması imzalandı.

Cemiyetin kararına karşı Türkiye askeri harekât teşebbüsünde bulunmamıştır. Buna mani olan sebep Şubat 1925’te çıkan Şeyh Sait Ayaklanması gösterilir. 1926’da Türkiye cemiyetin kararını kabul ederek İngiltere ile masaya oturmuştur (5 Haziran 1926). Ankara Anlaşması’nın şartları;

1) Sınır olarak Brüksel Hattı kabul edilecek ancak Türkiye lehine küçük sınır değişiklikler yapılacaktır.

2) Anlaşmanın 14. maddesine göre Türk Petrol Kumpanyası, Musul üzerindeki haklarından vazgeçen Türkiye’ye 25 yıl süre ile petrolden alacağı gelirin % 10’unu verecekti. Türkiye isterse 500,000 sterlin karşılığında bu hakkından vazgeçebilecekti ve nitekim öyle oldu.  

Türkiye ve İngiltere münasebetinin yumuşaması ancak 1929 yılında Akdeniz İngiliz Filosunun İstanbul’u ziyareti ile mümkün olmuştur.

4)1926 SONRASI MUSUL-KERKÜK ve IRAK TÜRKLERİ:

Bunun evvelinde kısaca Ortadoğu ve Irak üzerine bir şey eklemek gerekirse; petrol tüketimin % 30’unu ABD, % 32’sini Almanya, % 45’ini İngiltere, % 89’unu Fransa ve % 76’sını Japonya bu bölgeden temin etmektedir.

ABD, özellikle 1970’den itibaren İngiltere’den sonra bölgede ağırlığını koymuştur. Bunun evveli var ama tam olarak bu tarihten sonra ABD bölgede fazlası ile hissedilmeye başlanacaktır. ABD, petrol ve bunun sevkıyatını sağlamak amacıyla bölgedeki geleneksel rejimleri koruyarak çıkarını teminat altında tutmak ve bölgede karakolu olan İsrail’in güvenliğini tehlikeye sokacak girişimleri önlemek amacındadır. Bu konuda da dengeyi sağlamayı ihmal etmemektedir. Irak’ın parçalanması olayı da şu çerçevede düşünülebilir; öncelikle kötü bir devlet yaratılarak bölgeye müdahale için zemin hazırlandı sonrasında da Irak içinde Kürtleri yanına alarak ipleri eline aldı. Bu Ortadoğu’da yeni oluşumların başlangıcıdır (Büyük Ortadoğu Projesi).

Truman döneminde Sovyet tehdidine karşı Kuzey Kuşak Projesi altında Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapıldı. 1947’de Suudi Arabistan, 1949’da Bahreyn ile liman kolaylığı anlaşmaları yapıldı. Türkiye ve Yunanistan NATO’ya alındı.

Eisenhover Doktrini ile ABD, Ortadoğu’da aktif bir rol üstlendi. Bağdat Paktı ve Mısır’ın Fransa ve İngiltere bombardımanına karşı desteklenmesi gibi. Nikson ile Suudi Arabistan ve İran’a silah transferleri yapıldı. 1980 sonrası Carter Doktrini ile ABD’nin savunma harcamaları artırıldı. Acil Müdahale Görev Gücü oluşturuldu. Çevik Kuvvet’in (Çevik Kuvvet, 1990 Körfez Savaşı sonrasında Kürtleri Saddam’dan korumak bahanesiyle oluşturularak Kuzey Irak Kürt Yönetimini oluşturan güçtür) oluşturulması yönünde somut projeler üretildi. Reagan döneminde savunma bütçesi iki katına çıkarıldı ve Türkiye, Pakistan ve İsrail’e askeri yardımlar yapıldı.

İran ve Irak savaşında (1980-1988) ABD doğrudan veya dolaylı olarak bölgeye silah sevkıyatını sürdürdü (ABD’nin silah satımından elde ettiği kazançlar Türkiye gibi ülkelerin milli hasılasından çok fazladır). Başlangıçta Sovyet tehdidine karşı ve İran’ın parçalanmasını önlemek amacıyla İran’ı destekledi. Irak’ın savaşta gerilemesi ve burada İran güdümlü bir Şii devletinin kurulacağı endişesi üzerine Irak’a destek verdi.

Türklerin yaşadığı bölgeler kuzey doğudan güney batıya kadar bir şerit halinde Irak’ın kuzey batısındaki Telafer’den güney doğusundaki Mendeli’ye kadar uzanır.

1925’te ilk Irak Anayasası Türkçe, Arapça ve Kürtçe basılmıştı. Irak’a 1932 yılında bağımsızlık tanındı. Yönetime gelenler orada yaşayan Türkleri baskı altında tutmuşlar ve zaman zaman da katliamlar yapmışlardır. Bu katliamların başlangıcı 1920’deki Telafer katliamlarıdır. Bu katliamlar sırasıyla; Levi Katliamı (Kerkük 1924), Gavurbağı Katliamı (Kerkük 1946), Kerkük’te 14-17 Temmuz 1959, Tazehurmatu Katliamı 1979, Türk liderlerin katli 1990, Tazehurmatu Katliamı (ikinci kez) 25 Mart 1991, Altınköprü Katliamı 28 Ağustos 1991,  Erbil Katliamı 31 Ağustos 1996, Tazehurmatu Katliamı (3. defa) 22 Ağustos 2003, Telafer Katliamı 9 Eylül 2004 üçüncüsü ise 21 Şubat 2005’te yapıldı, Musul Katliamı 24 Eylül 2005, Yengice Katliamı 10 Mart 2006, Karatepe Katliamı 4 Haziran 2006, Kerkük Katliamı 13 Haziran 2006, Tavuk Katliamı 8 Haziran 2007, Amirli Katliamı 7 Temmuz 2007…

Bugünkü IKDP’nin başkanı Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa 1958’de Kerkük’ü Kürdistan’ın kalbi olarak ilan etmiş ve Kerkük karşılığında petrollerin paylaşılacağını duyurmuştur o günden beri bu yönde bir politika güdülmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin desteğiyle Kürtler Irak’ın her kademesine sızmış ve Kuzey Irak’ta da bir oluşum başlatmışlardır. Geriye sadece Kerkük’ü Kürdistan denen yönetimin içine dahil etmek kalmıştır. Oysa Kerkük 12. asırdan bu yana Türk şehri olarak kalmıştır.  

1950’de okullarda Türkçe’nin kullanılması engellenmeye çalışılmıştır. 1970’de okullarda Türkçe eğitime imkân verilmesine rağmen bir yıl sonra bu yasaklanmış ve Türk mektepleri de kapatılmıştır.

Irak hükümetinin çarpıtarak verdiği resmi nüfus istatistiklerine göre de Türkler Irak nüfusu içinde % 2 olarak gösterilmektedir. 1981 istatistiklerine göre Musul, Selahattin, Kerkük, Erbil gibi kentlerde 3.467.200 kişi yaşamakta ve bunun 274.000’i Türk olup Irak genelindeki Türkleri de ele alırsak bu oran Irak nüfusunun % 8 ilâ 10’una tekabül etmektedir (Irak nüfusu 13 milyon aşmaktadır). 1960’a kadar nüfusunun % 95’i Türklerden oluşan Kerkük, baskı ve yıldırmalardan sonra bu oran % 75’lere kadar düşmüştür.

29 Ocak 1976’da Kerkük’ün adı Al-Tamim olarak değiştirilmiş ve Tazehurmatu Tikrit’e (Saddam Hüseyin’in doğduğu şehre) bağlanmıştır. 1984’te de Türklere ait araziler istimlâk edilmiştir. Türklere gayrimenkul alım-satımı yasaklanmıştır. Camilerde Türkçe vaaz ve hutbe okutulması yasaklanmıştır.

Saddam Hüseyin, ABD ve İngiltere orduları tarafından devrildikten sonra Kürtler Kerkük’e akın etmeye başladılar. Devlet dairelerindeki Türklere ait kayıtlar yok edilmiş ve Araplar başta olmak üzere halk üzerinde baskı uygulanmaktadır. Çekiç Güç bölgede Kürt devletinin alt zemini hazırlamıştır.

Irak bağımsız olduğunda Irak’ın o zamanki başbakanı Nuri Sait, Milletler Cemiyeti’ne verdiği deklarasyonda Türklerin mevcudiyetini ve haklarını açıkça tanımıştır. Bölgede eğitim ve mahkeme dilinin Türkçe olacağı, bölgeye Türkçe bilen memurların atanacağı gibi haklar sayılmıştı. Irak’taki Türkler bu haklarını muhafaza edemedikleri gibi Türkiye tarafından da bu konuda bir adım atılmamıştır. 1937 yılında Türkçe eğitim hakkı kaldırılmış olmasına rağmen aynı yıl Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Sadabat Paktı imzalandı ve bu durum Türkiye tarafında maalesef dile getirilmemiştir. 1955 yılında ise bu sefer Bağdat Paktı kuruldu. Paktın içinde Türkiye, Irak, İran, İngiltere ve Pakistan yer alıyordu. Pakt imzalanırken de Irak’taki Türklerden yine söz edilmedi 1958’de Sovyet yanlısı general Kasım Irak’ta darbe yaparak BAAS iktidarı da başlamış oldu. Irak paktan ayrınca örgütün merkezi Ankara’ya taşındı ve CENTO (Merkezi Anlaşma Teşkilatı) adını aldı.

İktidara gelen General Kasım Irak’ın Arapların ve Kürtlerin ortak devleti olduğunu ilan etti ve Türklerin 1932 kazanımlarından hiç bahsetmedi. Aynı yıl Molla Barzani affedilerek Irak’a giriş yaptı. Irak hükümeti anlaştığı Kürtleri de kapsayan 1970 Irak Anayasası’nı kabul etti. Irak’ın Araplar ve Kürtlerden oluştuğu, devlet başkanı yardımcılarından birinin Kürt olacağı, Kürtçe’nin ikinci dil olacağı, Kürtçe eğitim hakkı ve Kürt bölgesinde Kürt memurların görev yapacağı düzenlenmişti.

1996’da Saddam Hüseyin ile işbirliği yapan Mesut Barzani Erbil’e girdi ve burada Türklere ait radyo, televizyon ve gazeteleri tahrip etti. 

Türkiye’nin 1991 sonrası dönemde en önemli eksikliklerinden biri Irak’taki Türkleri etkili bir güç olarak teşkilatlandıramamasıdır. Ortak hedeften yoksunluk ve bölünmüşlük Irak’taki Türkleri etkisiz bırakmıştır. Türkiye’nin desteğiyle 1991 yılında Ankara’da Irak Milli Türkmen Partisi kuruldu. Aynı yıl Irak Türkmen İslami Birliği kuruldu. Birlik ve Kardeşlik Partisi 1992’de, Demokratik-Milliyetçi Türkmen Partisi 1993’te, Türkmeneli Partisi 1994’te, Türkmen Bağımsızlık Hareketi 1995’te, Türkmen Halk Partisi 1997’de, Irak Türkmeneli Partisi 1994’te, Türkmen Bağımsızlık Hareketi 1995’te, Türkmen Halk Partisi 1997’de, Irak Türkmen İslami Hareket ve Türkmen Vefa Hareketi 2001’de kuruldu. Bu partiler ve cemiyetler arasında Türkiye yanlısı olduğu gibi Bağdat yanlısı, Talabani ve Barzani yanlıları, Şii yanlısı olanlar da vardır.

Türkiye 1995’te Irak Türkmen Cephesi ile bu partilerden bir kısmını bir araya getirmeyi başardıysa da bu yeterli olmadı. Benzer şekilde Irak’taki Şii Türkler de kucaklanamadı. Telafer, Tavuk, Tazehurmatu, Beşir, Karatepe, Amirli, Hanekin, Mendeli, Bedre ve Şahraban gibi Şiilerin ağırlıkta olduğu yerler ihmâl edildi. Oysa Irak’taki Türklerin 1/3’ünden fazlası Şiidir. Bağdat, Kâzimiye, Kerbela, Necef ve Kufe’de yaşayan Güney Azerbaycan’dan göçmüş Türklerle de temas kurulamadı.

1926 yılından bu yana Irak’taki Türkler ile alâkalı ciddi ve kararlı bir politika izleyemeyen Türkiye maalesef haklı davasında pasif bir haldedir. Türkiye’nin bölge ile alâkalı tüm yönleri ile analiz edilmiş bir devlet politikasının olduğunu söylemek mübalağa sayılır. Buna mukabil bu konuda atılan cesaretsiz adımların da doyurucu olduğunu söylemek güçtür. Türkiye bir takım çekinceleri varmış gibi ürkek bir politika güttüğü gibi bazı çevrelerce de bu tip girişimler maceraya atılmak olarak nitelendirilmektedir. 1984’ten bu tarafa Türkiye üzerinde Kürt kartı zaten oynanmaktadır. Öte yandan maceraya atılmak ise asıl bir konuda fikir sahibi olmamaktan, politika ve strateji kıtlığından doğar. Çünkü politikadan yoksunluk ne yapacağını bilmemek demektir, yönünün rüzgâr tarafından belirlenmesi demektir. Ülkeler ve kıtalar ötesinden gelen devletler elli, yüz hatta iki yüz yıllık politikalarını şaşmadan tatbik edebilmektedirler. Büyük devlet olmanın ötesinde Misak-ı Milli ile hudutlarımız içinde olan vatan toprağının bir parçası üzerine kayıtsız kalmak ne derece doğru olduğu abesle iştigal etmektir.

Bu acizlik olarak değerlendirilecektir. Batı’nın Şark Meselesi içinde değerlendirilen ve İngiltere tarafından türlü oyunlarla koparılan yavru vatanın peşkeş çekilmesinin önünde vakur bir duruş gerekmektedir.

Kuzey Irak Kürt Yönetimi Kerkük’ü Kürdistan’ın kalbi olarak ilân edebiliyor ve on yıllardır da bu amaçları için çalışmaktadırlar. Öbür yandan Türk vatandaşı olan Leyla Zana ise Kerkük’e yapılacak Türk saldırısının Diyarbakır’a yapılmış sayılacağını söyleyecek kadar ileri gitmesi hainliğin doruk noktası olarak değerlendirilebilir. 1960’ta Türkiye Kıbrıs’a taraf olmasaydı ve 1974 Barış Harekâtını yapmamış olsaydı bugün Kıbrıs’ın herhangi bir Ege adasından farkı kalmayacaktı. 2007’de Kerkük’ün kaderi için yapılması planlanan halkoylaması öncesinde peşmergeler tarafından tapu binaları ve kayıtları yakılarak yok edilmiş, şehirdeki Araplar göçe zorlanmakta, Türkler baskı altında tutulmakta ve on binlerce Kürt halkı da Kerkük’e yerleştirilmektedir. Halkoylaması ise ertelenerek mesele ötelendirilmeye çalışılmıştır. Öbür yandan yarım asırdır ortak hareket ettiğimiz ABD’nin askerleri tarafından Erbil’deki Türk Birliğine operasyon yapılarak askerlerimizin başına çuval geçirilmesi yoluyla devletimiz hakarete maruz kalmıştır.

1926 yılında Türkiye, İngiliz ve işbirlikçilerinin oyunuyla Musul üzerindeki haklarından Ankara Antlaşması ile vazgeçmiştir. Ancak Türk Tarih Kurumu başkanı Profesör Hallaçoğlu’na göre bu anlaşma üniter Irak adına yapılmıştı oysa şimdi Irak’ın parçalanması ile Türkiye’nin bölge üzerinde hakkının doğduğunu belirtmiştir. 

Irak Anayasası Sünniler, Şiiler ve Kürtler’den bahsetmesine rağmen Türklerden bahsetmez ve hal-i hazırda da Irak fiilen üçe ayrılmıştır. Aynı zamanda Irak’ın yönetimi de paylaştırılmıştır; devlet başkanlığına Kürt aşiret reisi Celal Talabani ABD tarafından atanmıştır, başbakanlık Şiilere bırakılmış ve uzun yıllar iktidarda olan Sünni Araplar da iktidarın küçük ortağı haline gelmiştir. Irak’a barış ve demokrasi getireceğini vadeden ABD ve İngiltere maalesef Irak’ı kan gölüne çevirmişlerdir. Kaosa terk edilen Irak’ta huzur ve güvenlik kalmamıştır. ABD’nin himayesinde kukla bir yönetim sürdüren Kürtler ise Irak’ın kuzeyinde tek söz sahibidir. Öte yandan Suriye’den çıkartılan PKK terör örgütü ise Irak’ın kuzeyinde buradaki bölgesel Kürt yönetimin desteğinde Türkiye üzerinde faaliyette bulunmaktadır (bu bilgi birçok kaynakça doğrulanmıştır).

Türkiye Irak’taki Türklerin hamisidir öyle ki bu durum soydaş olmanın da ötesinde Türkiye’nin boynunda tarihsel bir misyondur. Şöyle ki daha evvelinde Türkiye’nin siyasi hudutları içinde bulunması hasebiyle Türkiye bu konu üzerine düşeni yapmakla mükelleftir. Türkiye’nin çıkarları ABD ya da herhangi bir devletin insiyatifine bırakılmayacak kadar hayati bir meseledir. Politikamızı rüzgarın yönü değil kendi stratejimiz tayin etmelidir. Türkiye’nin Musul-Kerkük ve Irak üzerine politikası salt askeri çözüm değildir elbette! Türkiye’nin devlet politikası olması demek; duyarlı, Irak ve bölge devletlerini de kapsayan, mantıklı, sağduyulu, ayakları yere basan, basiretli, akademik ve bilimsel çalışmalarla desteklenmiş, uzun soluklu ve devletin temel organlarınca benimsenmiş ve oturaklı, kararlı, yıllara yaygın, plânlı, hatları çizilmiş kısa, orta ve uzun vadeyi kapsayan bir devlet politikası olmalıdır.

Kaynakça: Musul Meselesi Askeri Yönden Çözüm arayışları-Zekeriya Türkmen, Olaylarla Türk Dış Politikası-Mehmet Gönlübol, Türk Devrim Tarihi-Toktamış Ateş, Irak Türkmen Cephesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Ders Notları, Çeşitli dergi, gazete ve internet siteleri…

                                               Tahsin ÇAYIROĞLU

                                               Nisan 2008 İstanbul

Related Articles

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

1,465BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
18AboneAbone Ol

Çok Okunanlar