Köşe Yazarımız Veysel ŞENSOY’un Hayat Hakkındaki Yazısı
Hayat bir teranedir
Bazen bir boş laf gibi serseri-serseri ortalıkta saçmalık kirliliği gibi dolaşır.
Bazen, her dizesi birbirine uyaklı rubailer gibi uyumlu, disiplinli ve düzenli biçimde sürer gider.
Bazen romantik bir ezgi veya makam gibi gönül sevdasına benzer.
Bazen de tek düze ve hep yinelenen bıkkınlık veren sözler gibi monoton, boş, gayesiz bir yaşamdır.
Bazen gurbetçi türkülerinde çığırılan sıla ve yaşanmamış çocukluk sevdalarıdır.
Hayat bir terane dizesi gibi değil mi? Geçmiş ise sadece hayal…
“Geçmiş Zaman Olur Ki, Hayali Cihan Değer” demiş Necip Celal Ander Son Tangolar’ında.
Gurbetçi türkülerinde çığırılan sıla ve yaşanmamış çocukluk sevdalarıdır dedik ya.. Günümüzde gurbet kavramı anlamını yitirdi gibi geliyor bana. Kime özlem duyarsanız elinizdeki gsm telefon kutusu kadar yakın artık. Sılaya özlem duyuyorsanız önünüzdeki sanal ekran kadar yakın size. Ya bir güncel fotoğraf, ya bir haber fotoğrafı ile aradığınız bilgi size gülümser yöresel sitelerde.
Oysa eskiden böyle imkanlar hayal bile edilemiyordu. Tıyatro, veya ayda-yılda bir gitmeye çalıştığımız sinema bile çok lükstü.
çocukluğumuzda, kasabamıza turneye çıkmış bir grup gelir ve çadır kurarlardı. ip cambazlıkları ve bazı kendine has gösteriler yapan sirk benzeri mini toplulukları o günlerden sonra bir daha izleyemedim. İp cambazlarının gösterileri sırasında insanlar heyecan içinde alkış tutarken ben korku ile titrerdim. Bir ip cambazının ölümle hayat arasındaki çizgideki yürüyüşüne duyulan ilgiyi bir maharet olarak algılardım ama bazıları bir ölüm dansı olarak algılayabiliyor ve haz duyuyorlardı ölümü seyrtemekten. Aksi olsaydı, binlerce kişiyi öldüren tek kahramanlık flimler bu kadar ilgi görür müydü?
Bu çadırlarda, bir bariyerin arkasında güzel yüzlü kızlar gülümseyerek fal bakmak için insanları davet ederler ve cazibelerini kullanarak müşteri çekmeye çalışırlardı. Kişinin fiziğine bakarak ne tür fal bakacaklarını kararlaştırırlardı. Su ile, iskambil kağıdı ile ve bir fincan ile bakarak öncden prova ederek ezberledikleri bir kaç monolğu soluksuz sergilerlerdi. Papatya falına bile bakarlar, “seviyor-sevmiyor.” Ellerinde kalan bir çöp ve ucunda ki çiçek tacını saklaması için baktırana iade ederlerdi. Bir de gül hediye etmekten geri kalmazlardı. İnsan oğlunun tuhaf zevkleri var.
Çadır direklerine bağlanmış kocaman hoperlölerden çok yüksek değerde (volüm demeyeceğim türkçesi zaten ses demektir) sesle müzikler çalarlardı. Bazen hint müziği formunda nağmeler kulak tırmalayıcı biçimde çalınırdı. Bu tür müzikleri ilk oralarda duymuştum. Doğu müziğinde hep bir mistik hava hakimdir. Buna Türk klasik müziği denilen ama aslında osmanlıda elit kesim için bestelenmiş olan bu müzik türü de dahildir. Halk müziği zaten başlı başına bir ağıtlar manzumesidir. Yüksek sesli bir müzik dolduruyorsa kasabanın meydanını onların geldiğini bilirdik.
Biz bu çadırlara “panayir çadırı” derdik. Çünkü her panayirde bu çadırlardan kurulur, eğlenceler tertip ederler, bölgenin sakin insanlarının ufuklarını genişletme adına hayli katkıları olurdu. En azından çocuk yaştakiler bir ilkleri görürdü. Panayırların vaz geçilmezlerinden birisi de yağlı güreşlerdi elbette.
Televizyon ve bilgisayar kuşağının çocukları, buzlu camdan ibaret olan ve büyücünün sihirli küresinden seyrettiği gibi sanal bir aleme mahkum olan gerçekleri sadece hayal olarak seyretmelerinin bahtsızlığını yaşamaktalar bence.
Bu çadırlı gezginlerin üstümde bıraktığı tesirler daha sonraki yıllarda zaman-zaman zihnimi ziyaret etmişlerdir; ama bu duyguları hiç izah edemedim. Bir acayip burukluk, kekremsi bir pas tadı gibi genzime dolan bir rayiha oluşur hep hatırladıkca.
Bundan sonraki yıllarda okuduğum ruhumu kah inciterek, kah okşayarak yoğuran hikayeler, yufka yürekli bir insan olmamda önemli etken oldular. Bunlardan birisi (konumzla ilgili olması nedeniyle paylaşıma alıyorum) Samipaşazade Sezai’nin aşağıdaki hikayesidir:
Haseki taraflarında bir çıkmaz sokağın içinde yalnız tavan üç odalı bir ev, bir mezar gibi, sükunet-i ebediyye ile muhat idi. Bir hal-i nisyan ve metrukiyette bulunuyordu. Atısından kopan bir tahta, damdan uçan bir kiremit, duvarlarından yuvarlanan bir taş senelerce düştüğü yerde kalır.
Arasıra çirkin, ihtiyar bir Rum karısı –cadılara mahsus dehşet ve sükunetle- dışarı çıkarak malzeme-i beytiyyesini iştira ve tedarikle alelacele eve girip kaybolurdu. Evin küçük bahçesinde duvara yakın bir büyük ağaç, temmuzun o ateşli güneşi İstanbul’un bu cihetlerini takatsiz bir hararet içinde bıraktığı zaman yapraklarının arasına gizlenmiş serin bir rüzgar neşretmeğe başlayarak o evin, o mahallenin bir büyük yeşil yelpazesi gibi havayı tecdid ve tehziz ederdi…
Yazın bir Cuma günü, öğle üzeri, bu evden, koltuğunda bohçasıyla çıkan bir adam, kapısını itina ve dikkatle kapadıktan sonra yoluna devam etmeye başladı. Arkadan bakılınca omuzlarıyla belinin genişliği bir derecede bulunacak kadar şişman olan otuz üç yaşındaki bu adamın enli, fakat pek kısa bacakları üzerindeki yükü istediği tarafa götürmekte pek müştülat çektiği görülüyordu… Bu uzak mahallelerin tenha sokaklarında mütefekkir, mahzun bir surette yoluna devam
“Meşhur Paskal’ın pandomiması. Burada her Cuma ve Pazar günleri meşhur Paskal enva-ı türlü hünerler ve gülünçlü icra-yı lu’biyyat eder. Rağbetli müşterilerinin teşvikatlarını kazanan Paskal her hafta yeni oyunlar sahne-i temaşaya vaz’edecektir!”
Paskal, kendisiydi. Tiyatrosunun kapısından girip bohçasını açarak, hiç değişmeyen, beyaz külahını giydikten ve tekmil yüzünü unlara, kurbağa bakışlı siyah gözlerinin alt kısımlarını kırmızıya boyadıktan bir saat sonra idi ki –boş zihinlerle gailesi gönüllerden çıkıp yükselen- kahkaha sedaları ve alkış avazeleri arasında “icra-yı lu-biyyat” ediyordu.
Oyunda bir kadına aşıklık vazifesini icra
Paskal’ın dilini çıkarması yok mu? İnsan buna gülmekten bayılır! diyordu.
Zaten bunu orada küçük iskemlelerin üzerine oturanların ekserisi tasdik etmişti.
Oyuncuların yanındaki locada, o masum, o tıflane gülüşleri alam-ı hayata teselliler veren genç kızlardan biri kemal-i neş’e ile kanatlarını sallayarak uçuşan kuşlar gibi, o küçücük pembe dudaklarının üzerinde nurani bir tebessüm olduğu halde, ellerini birbirine çırparak Paskal’ı alkışlıyordu. “Eftalya” ismindeki, yirmi yaşında, bu genç kız, ihtiyar validesiyle hemen her hafta bu locaya geliyordu.
Validesi:Kızım burada çok mu eğleniyorsun?
Diye sorduğu vakit, kerimesi: Paskal’ı bundan evvel ölen sevgili köpeğine benzettiğini ve bazen de hal ü tavrı, bir kere görüp de pek hoşuna giden bir maymunu andırdığını söylerdi!…
O gün ise beyaz ketenler, sihri tebessümler içinde bulunan bu genç kız, o gürültüler arasında, takdir-i istihza-amizine bir delil olmak üzere, locadan çiçek atıyordu. Attığı bu çiçekler, Paskal’ın yüzüne göğsüne dokundukça eliyle kalbini tutarak en can alınacak yerinden vurulmuş bir yırtıcı hayvan gibi acı acı feryat ediyordu.
Bir iki dakika sonra tiyatrosunun iç tarafındaki toprağın üzerine oturarak, hala güldürdüğü adamların kahkahaları devam ederken içini çeke çeke ağlıyordu. Bu zavallı Paskal o güzel Eftalya’yı seviyordu, bu nakıs vücut, o kemal-i hilkate aşık olmuştu!
Fakat gönlünün en gizli bir köşesinde hıfzettiği bu muhabbetini kimseye söylemeye, küçükten beri mahrem-i hem-hali olan evdeki ihtiyar hizmetçisiyle hasbıhal etmeye bile cesaret edemiyordu… Ömründe bir kadının nazar-ı nevazişkaranesine, hiç kimsenin muamele-i mültefitanesine nail olamamıştı. Kendisinden beklenen yalnız güldürmek!.. Bak, bu hal-i inkisarında, gözyaşları içinde bulunduğu şu zaman-ı ye’s ve iğbirarında herkes kahkahalarla gülüyor.
Oyun bittiği cihetle akşamdan sonra yine bohçasını koltuğuna alarak geldiği yoldan muhterizane evine avdet ediyordu… Odasının kapısını açarak, içinde kimse olmayan evinde, birisinin dolaşıp dolaşmadığını, penceresini kaldırıp, sokaktan kimsenin geçip geçmediğini anladıktan sonra güzel Eftelya’sını düşünmeye başladı.
Bugün oyunda kendisine niçin o kadar gülmüştü acaba?… Koynundaki çiçekleri çıkarıp bir hürmet-i dindarane ile öptükten sonra hücrenin en yüksek cihetine koydu. “Bu çiçekler, ah bu çiçekler beni öldürecek” diyordu.
Kendisini bir kere
Son gününde bir haber-i matem getiren o ay ne kadar süratle cereyan edip gitmişti. İki haftadan beri tiyatrosuna gelemeyen Eftalya evleniyordu. Zavallı Paskal bir Cuma günü kocasıyla beraber gelen Eftalya’yı güldürerek ve teessürat-ı can-hıraşından renk vermemek için başını önüne eğerek kemal-i sür’atle evine gidip içine kapandığı odasının kapısını sürmeledi.
Ertesi sabah öğleden sonra kapısını kıracak gibi vuran ihtiyar Rum karısı hiçbir cevap alamayınca kemal-i havf ve telaş ile, mahalleden topladığı adamlarla, kapısını kırıp odaya girdiler. Odaya girer girmez herkes gülüşmeğe başladı: Zira Paskal asılmış bir adam taklidi yaparak o meşhur maharetiyle dilini çıkarmıştı!
Hayatında herkesi güldürdüğü halde, mematında kimseyi ağlatamayan zavallı Paskal’ın bu seferki hali taklit değil, ölüm gibi hakikattı.
Hayat bir teranedir.
Bu yazı da teranelerden bir demet değil mi?
Veysel Şensoy
08.02.2008
Qatar