Türkiye başörtüsü tartışmasından yoruldu. Bu tartışmaları daha fazla sürdürmek doğru değil. Her tartışma, başörtülü insanları ve onların yakınlarını rencide ediyor; çünkü potansiyel suçlu muamelesi yapılıyor bu insanlara
BAŞÖRTÜSÜNÜN SON 20 YILLIK SERÜVENİ
Ben Karadeniz bölgesinin bir ferdiyim. Doğup büyüdüğüm yörelerde atmışlı yıllarda kadınların hepsi istisnasız başörtü takarlardı. Ninelerimiz, analarımız, gelinlerimiz, kızlarımız, bacılarımız; düğünlerde, cenazelerde, bayramlarda, köy imecelerinde çarşıya pazara giderken, tarlada yolda izde ve hayatın her alanında başörtülü idiler. Çocukluğum bu şartlar altında geçti.
Yetmişli yılların sonlarına doğru ortaöğretim tahsili için köyümüzden daha kalabalık ve büyük olan ilçe merkezine yerleştim. İnsanların daha yoğun olduğu ilçe merkezinde de durum köydekinden farklı değildi. Kadınların çoğunluğu yine başları örtülü idiler. Çarşıda pazarda ve sokaklarda başı açıklar da vardı. Başörtüsü için bugünkü gibi o yıllarda bir tartışma ve gerginlik yoktu. Başı örtülüler ile başı açıkların da bir çatışmasına şahit olmadım.
Ben İHL mezunuyum. 1995 ve 1996 yıllarında İmam hatip Liselerinde ders de verdim. Kız öğrencilerimin bu okullarda daha rahat ve özgür bir şekilde kendilerini hayata hazırladıklarını yakinen gördüm.
İnanmayacaksınız ama başörtüsü yasakları ile ilk defa 1987 yılında A.Ü. İlahiyat fakültesinde yüksek tahsilim esnasında tanıştım. O yıllarda fakülte dekanımız ve dekan yardımcımız prof tiritli birer bayan öğretim üyeleri idi. Türkiye de ve İlahiyat Fakültesinde iki bayan yöneticinin olduğu bir dönemde başörtüsü yasağının olmasına bir anlam verememiştim o yıllarda. Başörtüsü yasağı ile ilgili gelişmeleri ta 1987 yılından beri ibretle izliyordum. Başörtüsü yasağı tam 22 yıldır sancılı bir sorun olarak gündemimden hiç düşmedi. Son günlerde yapılacak bir Anayasa değişikliği dolayısı ile ülke gündemindeki sıcak yerini koruyor.
Takip ettiğim kadarı ile başörtüsü yasağının tarafları açık ve seçik belli oldu. Zaten biliniyordu ama bazı bulanıklıklar vardı onlar da netleşti. Kim bu yasakçılar diye feryat ettiğinizi duyar gibiyim. Daha fazla meraklanmadan açkılayayım. Bir kısım gazete ve televizyon patronları ile onların çıkar ortakları ve hala kafalarında kaos olan üniversite rektörleri. Başörtüsü meselesinin top yekûn bir haber bombardımanına dönüşmesi de düşündürücü değil mi? Bazı gazete ve televizyonlar başörtülü öğrencilere uygulanan üniversite yasağının anayasada değiştirilerek yer alması ihtimaline karşı telaşa kapılmış durumda. Olup bitenleri milletimiz büyük çoğunluğu sessiz bir şekilde takip ediyor ve değerlendirmesini zamanı gelince yapacaktır.
Başörtüsü yasağı konusunda ilgili ilgisiz, bilgili bilgisiz kim varsa konuşmaya başladı. Mesele nerdeyse bir rejim sorunu haline getirildi. Başörtüsü vakıasını asli mecrasından saptırmak isteyenler var. Bunlara çanak tutan bazı rektörler, gazete ve televizyonlar var. Hal böyle olunca buna karşılık haklı olarak başörtüsü yasağının kalkmasını savunan düşünce insanları ve fikir adamlarımız da köşelerinde konuyu en ince ayrıntılarına kadar yazıp çizdiler. Bunların başında Ahmet TAŞGETİREN Hoca, Nuh GÖNÜLTAŞ, Osman ÖZSOY gibi köşe yazarları ve düşünce insanları gelmektedir. Bu fikir erbabının köşe yazılarından bazı alıntılar yaparak konuyla ilgilenenlere bir katkım olsun istedim.
Nuh GÖNÜLTAŞ’ ın bir köşe yazısından: Toplu İğnenin Ucundaki Örtü
Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bu engizisyon uygulamasından söz ediyoruz. Yakışıyor mu Türkiye’nin üniversitelerinde “ikna odaları” kurup, başörtülü kızlarımızı beyin yıkama işlemlerine tabi tutmak? Neymiş; üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılırsa, bu bir baskıya dönüşürmüş ve herkes örtünürmüş. Muhtemel baskıyı önlemek için baskı kurmak! Tam bir vehim, tam bir güven eksikliği. Başörtüsüz çocuklarımıza çer-çöp muamelesi yapılıyor; yani bir başörtüsü rüzgârı esecek ve herkes bu rüzgara kapılıp gidecek. Ne örtülü insanımıza güven duyuluyor ne de örtüsüz insanımıza. O zaman çare ne? “ Yeterince düşünemeyen insanlara” nasıl giyineceklerini tarif etme, onların şahsi tercihlerini tanzim etme. İyi de böyle yönetimlere demokrasi adı verilmiyor; hele katılımcı ve çoğulcu demokrasi hiç denmiyor…
Ahmet TAŞGETİREN’ in bir köşe yazısından:Mahalle baskısından anket baskısına Üniversitelerde başörtüsü serbestiyetinin anayasa değişikliği ile gerçekleştirilip anayasaya gireceği anlaşıldığından beri, bazı çevreler medya ayakları ile yasakçılığın devam etmesi gerektiğini, çünkü baş örtülü sayısının geometrik olarak katlanarak arttığını yazıp çizmeye ve haber bültenlerinde birinci sıra haber olarak vermeye başladılar.
“ Yasak olduğu halde bu kadar artıyor, serbest olursa kimse engelleyemez, bunlar alır başını gider, atı alan Üsküdar’ı geçer” demeye getiriyorlar.
Siz “İmam Hatip Liseli” öğrencilerini bile kürsülerden indirin, özellikle bu kesimlerden oy almış AK Parti iktidarı hiçbir şey yapmasın! Başbakan mağdur edilmiş zulme uğrayan öğrencilerin ailelerini bile aramasın, onların dertlerini paylaşmasın, onlarla teselli kabilinden bile olsa görüşmesin! Siz nerede yaşıyorsunuz kuzum. Başbakan kürsüden indirilen kızları arıyormuş, o halde “ mahalle baskısı”na maruz kalmış kızları da aramalıymış. Başbakan kimi arayıp kimi aramayacağına senin gibi “fetbaz”ların yazılarına bakarak mı karar verecek.
Osman ÖZSOY’ un bir köşe yazısından: Başörtüsü bir kimliktir.
Türkiye’ nin yönetim tarzı milletin sorunlarını çözmeye değil, bilakis yeni sorunlar oluşturularak milletin bu sorunlarla boğuşması esasına dayanıyor.
“Turban” diye bir sorunumuz yoktu. Elbirliği ile ürettik. Ve yıllardır, 20 yıldır, bu sorunla boğuşuyoruz. Uçları önden iğnesiz bağlanan şeklinden, kafayı saran boynu açıkta bırakanından, omuzlardan sarkan türüne kadar hepsini hiç atlamadan, yıllardır yazdık çizdik, anlattık ve yargıladık. Galiba sonunda çözüm noktasına gelindi! Sivil anayasa yapıyoruz ya, ana meselemiz türban.
Şimdi bir de çözüm aşamasına gelindi ya… Bu sefer de “ Türban serbest bırakılırsa açıklar yasaklanır” gibi saçma sapan, hiçbir dayanağı olmayan tezler ortaya atılıyor. Şimdi herkes konuşuyor, ama bir tek türbanlı kızlar- kadınlar konuşmuyor.
Herkese mikrofon uzatıyorlar, ama onlara uzatmıyorlar. Yıllardır da söz hakları olmadı zaten. Okullardan atıldılar. İşlerinden kovuldular. Aşağılandılar, damgalı eşek muamelesi gördüler. Yıllardır kendilerinin eğitim hakları gasp edildi. Söz hakkı tanınmadı. Çalışma imkanı bulamadılar. Kendilerine örtünün diyenler bile “Bacım sen gel çalış ama çok ortalarda görünme, biliyorsun hassas zamanlar” diyerek hep geriye ittiler.
“ Kızım sen hanımefendi ol, sesini çıkarma, biz senin için en iyisini yaparız zaten” tesettüre müsamaha ile bakan, hatta onaylayan kişilerin iş yerlerinde bile artık tesettürlü olduğundan dolayı işinden olan kızlar var. Birçok işyeri tesettürlü kadın çalıştırmaktan kaçınmaya başladı. Diyelim ki yeni yapılacak anayasa değişikliği ile başörtülü kızlar üniversitelere alınacak. Peki sonra ne olacak? Nerede çalışacaklar? Bu kızları-kadınları kimleri kimlikleri belli olmasın diye, kim de zaten onlara düşmanlığından dolayı işe almıyor.
Saçları fönlenmiş, hafif makyajını yapmış, tayyörünü giymiş bir kadın imajıyla profesyonel bir şirket kimliği göstermek varken kim ne yapsın saçını göstermeyen, her yanını örtmüş kadını! Evet baş örtüsü bir kimliktir. İster siyasi deyin isterse başka bir şeyin kimliği….
Kendi ülkesinde “mülteci” muamelesi gören Müslüman kadının devletine ve milletine kendini anlatma çabasıdır. Hiçbir partiye ait değildir. Eğitimli, kafası çalışan, şehir kültürüyle büyümüş dindar kadınların dışarıya gösterdikleri kimlik kartlarıdır.
Şu dünya ne garip!
İslam aleminde bir zamanlar örtülü kadınlar hür kadınlarmış. Açık olanlar da cariyeler ve köleler. Hatta cariyelerin ve kölelerin örtünmesine müsaade edilmezmiş. Oysa bugün tesettürlü kadınlar Müslüman ülkelerde bile köle muamelesi görüyor.
İflah olmaz bir yol
Daha öncede birçok kere yazıldı çizildi.Başörtüsü bir Türkiye gerçeği. Yani toplumun büyük çoğunluğu ya başını bir biçimde örtüyor, ya da “ kamu görevi” dahil hayatın tüm alanlarında var olmasına sempati ile bakıyor. Diyelim bir siyasi iktidardan, toplumun bu sosyal vakıasına saygılı olmasını beklemek tabii değil mi? Bir başka şey daha: Böyle bir toplumsal vakıa varsa, bunun en azından sistem yapısı içinde temsili gerekmez mi?
Başka bir şey daha: Böyle bir toplumsal vakıanın hayatın bazı alanlarında yasaklanması toplumsal huzursuzluğa yol açmaz mı? Başka bir şey daha: Medya, şayet kamusal bir görev içinde ise, toplumdaki bu huzursuzluğu dile getirip, çözümlenmesi yolunda çaba sarf etmez mi? Tabii olan bu değil midir? Türkiye’ de olan ise başka. Bir kere toplumdaki başörtüsü gerçeği sanki bir “tehlike sinyali” imiş gibi sunuluyor….
Başörtüsü yasağına karşı çıkmak bir tarafa, yasağı kaldırma yolundaki tüm girişimlerin önü medya tarafından kesilmek isteniyor. Ve başörtüsü karşıtı tavırla, yasak yüzünden devam eden toplumsal gerilimi daha da besleyecek bir dil kullanılıyor. Bunun net yorumu en nazik ifadeyle söylemek gerekirse; Halk karşıtlığıdır.
“Göbeğini kaşıyan adam” aşağılamasını hatırlayalım. Toplum, neredeyse 1946’dan bu yana, hep bunların beklediğinden başka bir iktidar çıkıyor ve bunlarda topluma yönelik aşağılamanın ve öfke tufanın arkası gelmiyor.
Bir tek demokrasi dışı müdahale yolu var, eskiden bu söylemler onu çağırmak için olurdu, şimdilerde oda imkânsız görünüyor. Ve bu yüzden, sütunlarında müthiş bir kıvranma psikolojisi gözleniyor. Muhakeme abuklaşıyor, düşünce sistemi darmadağın oluyor, kimin nerede durduğu belirsizleşiyor. Çıkış yolu: Toplumu anlamak ve toplum gerçeğine saygı duymak. Çoğunluk mutlak gerçektir demek istemiyorum, ama kategorik bir çoğunluk düşmanlığının da iflah olmaz yöneliş olduğunu biliyorum.
Türkiye başörtüsü tartışmasından yoruldu. Bu tartışmaları daha fazla sürdürmek doğru değil. Her tartışma, başörtülü insanları ve onların yakınlarını rencide ediyor; çünkü potansiyel suçlu muamelesi yapılıyor bu insanlara.
Saygı ve sevgilerimle
Mehmet Ali KURU
02.02.2008
ÇORUM