Her senenin başında seviniyoruz! Düşünsenize, yeniden başlamak, yeniden sarılmak ve yeniden doğmak! İzafiyetimiz tamamen bunun üzerine kurulu! Acaba öyle mi? Her giden yılın ardından kanlarımız yeniden mi tazeleniyor.. Yapılan hatalardan, savaşlardan ders çıkarıp daha güzel bir hayat ya da daha güzel bir dünya mı yaratıyoruz…
GİDEN SENENİN ARDINDAN
Her yerde coşku, heyecan ve umutlar… İnsanlığın büyük çoğunluğu ırk ayrımı olmadan tek bir noktaya mütemadiyen her yıl odaklanmakta! Ne için?
Denememe başlarken kullandığım ilk cümlenin son kelimesi demeyin çünkü bu koca bir yalan! Neden mi? Evvela her yıl tekrardan başka bir şey vaat etmiyor da ondan! Ne dünya daha yeşil oldu ne de daha mavi! Ne barış geldi yeryüzüne ne de bolluk!
Doksanlı yılların sonlarına doğru bir Milenyum sözcüğü kafalarda yer edinmeye başlandı. Aman Tanrım, ne umutlar bağlandı, neler dilendi ve neler oldu? Kimse Milenyum nedir ne değildir bunu sorgulamaksızın sırılsıklam aslı var ya da yok dört elle sarıldı. Kimse Milenyumun Hristiyanların Hz. İsa’nın dünyaya geri gelerek sorunların bitireceği inancını taşıdığını merak etmedi! Müslümanı da, Hindusu da, Budisti de Hristiyanlarla aynı coşkuyu yaşadı. Oysa Hristiyan inancına göre Hz. İsa Hristiyanlara yardım edecektir. Demek ki büyük çoğunluk kendi sonları için Hristiyan Alemi ile aynı dili konuşuyorlardı.
Tüm insanlığın aynı duyguda coşması belki de çok masumane ve aynı zamanda takdir edilmesi gereken bir olgudur. Bunun iyi ya da kötü olduğu sonucuna bu deneme üzerinden ulaşamayız. Ancak burada önem arz eden Kültür Hegemonyasının tatlı dilini görüyoruz! Bu manada evrensellik iddiasında bulunan Hıristiyan inancının başarısını göstermektedir. O zaman demek ki kimse özgür değil ya da ortak bir dünya paydası sadece bir sanıdan ibaret! Bu sadece bir yanılsamadan ibaret! Yani başkasına ait olanı kendinin zannederek ya da insanlığın zannederek, sevinmek!
Her neyse konumuzun dışına çıktık. Konumuz giden senelere atıfta bulunmaktı. Giden seneler demek beraberinde götürdüğü ömür demek, umut demek, yaşlanmak demek!
Her senenin başında seviniyoruz! Düşünsenize, yeniden başlamak, yeniden sarılmak ve yeniden doğmak! İzafiyetimiz tamamen bunun üzerine kurulu! Acaba öyle mi? Her giden yılın ardından kanlarımız yeniden mi tazeleniyor.. Yapılan hatalardan, savaşlardan ders çıkarıp daha güzel bir hayat ya da daha güzel bir dünya mı yaratıyoruz…
Aslında değişen, yenilenen bir sürü olgular var. Mesela, teknoloji yenileniyor, hayat daha kolaylaşıyor. Bu doğru ama ya insanlık! Buna cevap vermek cesaret ister sanırım..
İnsan kendi yaşlanmasına seviniyor, hayret! On yıllardır gördüğüm şu reklam ne kadar gerçekçi tartışmaya açmak bile abes belki; eski yılın elinde baston, veremli bir yaşlı gibi öksürerek giderken yeni yıl daha yeni doğmuş bir bebeği temsil eder. Bir bebeğimiz olmuş gibi seviniriz. Sanki biz de yeniden doğarız yeni yılla beraber! Ama her geçen günün ardından yüz hatlarımız daha belirginleşir, fark etmeden hayatın gücü karşısında eririz! Bir de yeniden doğan bizmişiz gibi avunuruz. Belki de bu insan psikolojisi açısından olumlu ve yaşamsal bir umuttur.
Buradan yola çıkacağım sonuç yok aslında! Çünkü ne yıllar geçiyor diye dövünen var ki buna tıp dünyasında depresyon derler, ne de dünya daha yaşanılır olur.. Temeli dini inanca dayanan bir günden yola çıkarak bu olaya bağlı ya da değil insanlar hakim bir kültürün belirlediği bir günü yılbaşı olarak benimsemişler. Kimi çevreler kabulde zorlansalar da hatta benim için sıradan bir gün ya da sadece yılbaşı olarak kabul ediyorum deseler de o ya da bu 2010 Yılına giriyoruz…
30.12.2009
Tahsin ÇAYIROĞLU