Vicdanımdaki yargıçlar, yüreğimdeki duygulara bağışladı beni. Salıverdiler başı boş dünyaya…
VİCDANIN YARGICI
Ey Sevgili!
En unutulmaz özlemleri külledim ıssız dağ başlarına. En ulaşılmaz aşkları engin denizlere savurdum. Yanacak sanırdım denizleri, tutuşacak sanırdım dağları. Meğer bir boş kuruntu, meğer dalından düşmüş kestanenin pıtrağından ibaretmiş hepsi… Meğer duyguların can suyu yüreklerin koynundaki gizli pınarlarmış. Başka yerde yeşermez, başka mekanda ölüme dönüşürmüş yücelttiğimiz duygular
Kaf dağlarının arkalarında kalmış son efsanevi sevdayı ana beşiğine olmasa da ala beşiklere inat yüreğime beledim. Ninniler söylemeyi bilemedim ama türküler mırıldandım, şiirler fısıldadım kekeme dil uçlarında hecelere düşmüş, bir türlü anlatamadığım ve kendim de anlayamadığım…
Ne şairin şiire tutkusunu, ne şiirin şaire sadakatini, ne aşkın matlup için sabrını, ne maşukun aşka inancına tereddütlerini anlamıyorum artık. Çağlar ötesinden akıp gelen şelalenin bizim topraklarda çoraklara döndüğünü, artık her sızlanışlarımızda değerler yüklediğimiz duyguların çamurlaştığını gördükçe kendimi eski çağlara atasım geliyor. Henüz kirlenmemiş, henüz pörsümemiş, hani her sevgiye baş eğerek selam verilen, hani her tutkuya mecnun misali hikayeler yazılan günlere…
Biliyorum ey sevdalı andığın o günler bir mevsimlikti. Belki bir gecelik mehtabın verdiği son fırsat… Kirpiklerin ucuna asılı kalmış son gözyaşı damlasında parıldayan gök kuşağının altından kaç kez geçti de bu gönül, düşmedi bir türlü gölgem o gök mavisi gözlere. Görmedin sevda perdelerine yansıyan hayalimi. Bir silik fotoğraftım gün ışığında solmaya bırakılmış…
Kader envanterine kaydedilmiş fani bir beden ve ete kemiğe bürünmüş Yunus’ca cisime emanet edilmiş bir ruh… Yoksa ruha teslim edilmiş bir beden mi?… Ruh azaplara düşerken yüreklere vuran elemler, gözlerde yansıyan acılar… Bunca işkenceyi “hangi günahın kefaleti” diye sormadan tevekkülle boyun büker, tereddütsüz “kabulümdür” dedi kalbim… Kor olmuş alevin, köze dönmüş ateşin dumanı olur mu ey gönüller fatihi? Dumansı işaretler mi ispat eder yangın yerini?
Bülbülü dinliyorum lisan-ı aşkla dile gelmiş öter; öter… Kırları dinliyorum, sevgilere buketler sunarlar. Dağlar kendi vakarınca serin gölgeler serer sevginin yoluna… Gidemediği uzakları asasıyla işaret eden yaşlı dedelerin dilinden dökülen, muhabbetlerde gül-gül açılan aynı lisan. Ya bir özlem, ya bir sevda, ya bir aşkın söze gelişi…
Koşarım özlediklerime dağ tepe demeden vakitli vakitsiz. Bazen bir sıla oluyor ufkumda… Bazen bir hayal yanıyor avuçlarımda… Her bulduğumu sandığım anın seraba dönüşündeki yıkılışları, zelzeleleri, fırtınaları gülümsemeye çeviren ilahi güce şükrediyorum. Sahi ben neyi özlüyorum, nereyi arıyorum?…
Sen nerdesin ey okuyucu? Hangi köprü başında seyrediyorsun ırmakların kuruduğunu, suların çekildiğini? Eskisi gibi aktığını mı düşünüyorsun kayalardan seken suların berrak ve köpüklerin aldatıcılığına bakarak. Yoksa hala menekşeler salınıyor mu pınar başlarında? Kardelenler buza inat gülümsüyor mu mevsimleri beklemeden? Yüreğin sevdana sadakatle burkuluyor mu? Yoksa bir dünyalık heves mi duyduğun sorabildin mi kalbine? Her gece günahlarınla sevişerek gurur mu duyuyorsun yoksa nefsinle savaşarak huzur mu arıyorsun sorabildin mi içindeki bilgeye? Ya da o yüce sevgiye mi doymak istersin kana kana? Biliyorum sevgiyi anladığını söylüyorsun ama sevgi uğruna bir kerecik olsun hangi fedakarlığı yaptığını sordun mu kendine? Ya da “saçmalık bütün bu yazılanlar” deyip burun kıvırmaktan yana mısın? Öldü mü mecazi anlatımlara yüklenerek sunulmaya çalışılan insani duygular? Yoksa mota-mot çakmak taşları gibi serpmelimiydik anlatmak için çabaladığımız bunca duyguları? Ya da robotlara yüklenmiş programlar gibi yalın ve kuru mu olmalı? Burkulan yüreklerimizin ısırgan otu gibi genzimizi kamçılamasını yok mu saymalıyız? Gırtlağımıza takılan o düğüm hangi acı lokma diye sormayalım mı? Özlemeyelim mi sılamızı? Anmayalım mı dostları, unutalım mı çocukluktaki yaşanmış veya yaşanamamışlıklarımızı? Bir ömrü vatandan uzak hibe edilişine hayıflanmayalım mı? Bütün bu duygular insana yakışmıyorsa talihsizlik…
Kendime, kendimden öte cevap verecek benliğime sordum: Her olumsuz cevap alevden kamçı gibi şakladı suratımda. Sorguya çektiğimde kendimi, her yüzleşmede sebep-i faili ben çıktım. Her sevdanın katline cevaz veren ben oldum. Her bataklığa sapan yolun kılavuzu kendim çıktım. Vicdanımdaki yargıçlar, yüreğimdeki duygulara bağışladı beni. Salıverdiler başı boş dünyaya… Bir yanımda cennetsi alem, bir yanımda mahşeri bir dünya ve ben ortada kalakalmışlığımla, gafletimle, kayıp bir ömrümle bitkin ve şaşkınım…
Yarım bir yürek, yaralı bir kalp, yıkık bir gönül… Kim sever ki bir yorgun yoksulu? Sevgiye münhasır yaratılmışlığıma sitemkarım, isyana tevessülümle günahkarım… Nerede sevginin evi bilen var mı? Meğer yeşerirmiş bazen kuru dallar da… Meğer açarmış umut bahçesinde bir sürgün en umulmadık anlarda yaprak-yaprak… Ey sevgili işte ben senin kaf dağında saklanmış son sevdana bunun için tutkunum. Yarım bir yüreğin öteki yarısı olduğun için sevdim seni… Umutsuzluklarıma umut koyup mayaladığın için meftun oldum ruhuna.
Küllenmiş özlemleri yeniden derdim gönül sepetime buket buket. Aşk topladım ummanlardan damla damla ve yüreğimi yeniden yeşerttim seninle… Çünkü yazgımdaki tek doğru sen idin
Veysel Şensoy
Libya