20 Nisan 2024 Cts

Uçurum Çiçeği

Bu yazı yıllar önce intihar ederek hayatına son veren çocukluk arkadaşımızın anısına yazılmıştır.

 

 

Uçurum çiçeği

 

 

Çocuktuk ve büyümek için acele ederdik. Büyüdükçe sorunlarımız azalacak ve üstesinden gelecektik.  Oyunlar oynardık çocuksu neşelerle kırlarda, çayırlarda. Kızlı erkekli coşardık ayrım yapmadan ve kardeşçe. Sonra aileler göçtü sessice uzak diyarlara ve gurbet denilen yaban yerlere. Unutmadık  çocukluklarımızı ama koptuk gövdeden ayrılan gevrek söğüt dalları gibi birer birer.

 

Yıllar, dörtnala koşan kısrak toynaklarından  serpilen toprak taneleri gibi rast gele saçılarak kendini unutturarak geçip gitmeye çalışır, ama,  hep muhalefet inadında direnen hafızamın kıvrımları fokurdar içimde bir volkan sıcaklığında…

 

Bir kadın haykırıyor: “Ben kendimi arıyorum!” diye feryat ediyor  toz tutmuş rüzgarsı kulakların işitmezliğne.  Bölünmüş kişilikleri arasında kendi kendisini seçemiyor. “Ben hangisiyim?” diye sorarken Anadolu’lu kadınım, yolun çamurlarını işaret ediyor bencil kılavuzlar. Çamurlu yolların akibetinde bir umuş bekleyen yılansı zihinlerin sinsi kahkahalarında boğulmuş kurbanlar, soruyor; “hangi kendimiz?..”  sonu olmayan sorularla…

 

Mezarlık kalabalığı kadar sessiz, mezarlık kalabalığı kadar ıssız günlerin yalnız yolcularından kaçıncısı bilmiyorum. Tüm çarelerini yitirmiş, umutla ,kundakladığı yarınları, biricik bebeğini atar  gibi bilinmez uçurumlara atan bir anne kıvranışıyla çırpınan kaçıncı yolcu bu kadın bilinmez…

 

Minicik ellerini ellerine alıp oğuşturmaktan yoksun kalmış, ufacık kırmızı patikler alıp okşayamadığı yavruya hasret,  evinin kapısına tekme ile vurup, elleri ayakları çamur ve yüzü gözü kirlenerek gelen ve dişleri tamamlanmamış gülücüklerle “ben geldim anneciğim!” diyen masum sese hasret kaç yolcudan birisi?… Bir yavru isteme özgürlüğü bile olmayan kadın…

 

Akıl ile mantık savaşından ganimet kapan duygularının şartsız esaretinden haz duyarcasına, dudak kıvrımlarına saklanmış son tebessümlerin fotoğraf kağıtlarına yapışacağı, muhbir anıların kucağında yolun ucunu gözleyen  son yolculardan kaçıncısı?

 

Geri dönmek yerine her dönemeçte yolunu yitiren ve yürek meydanında sayısız katliamlar yaşanan meydan savaşlarında hep bir yanı yıkılıp yakılan bedeninin yorgunluğundan kurtulmak için aradığı yolun yolcusu bir kadın…

 

Yokuş yukarı akmaya çalışan günlere inat rahvan yürüyüşün ritmine direnen  bedenin yorgunluktan bitap düştüğü son noktada, bedeninden emanti salıp gitmenin cinnetinin girdabında kaçıncı muhtırasını veriyordu duyuları ona…

 

Bir röfleli saçlarda dalgalar köpürürken sıcak iklimlerde, Argan’ın gölgesinde oynaşan serin rüzgarların özlemini sızılı şarkılarla geçiştirir bu kadın, her akşam neon lambaları altındaki loş karanlıklarda. Nilüfer yapraklarına düşlerini sererek güneşlenen derin hülyaların, çürümüş kökleriyle birlikte bataklık derinliklerine doğru batışını gördükçe körlüğü yeğleyen, inanmamaya inanmış bir kadın…

 

Renklerin seçimini El’lerin eline bırakmış, kader çizgisini,  bahtın karanlıklarına yönlendirmiş… Ölmek istediği anda bile yaşamak arzusunu haykıran bir yüreğine yumruklar vurarak susturmaya çalışan Nazik kadın… kaygı dolu bir yaşamın tomurcuklarını göz yaşları ile yeşerten uçurum çiçeği, bizim kadınlarımızdan bir kadın.  

 

Gökkuşağı renklerinde sunulan sefih bir hayatın aldatılışında, saklanmaya çalıştığı kuytu köşelerde  köpük köpük çılgın bahar seli vurgunu yiyen, zamansız açmış dağ çiçekleri gibi kopup giden bir yolcu; kadınımız…

 

Bir hüzzam taksim geçiyor kalp tellerimi sızlatarak,  ruhum ılık yaz gecelerinin koynunda dinlencede iken, derinden ve sarsıcı.  Yaşam, sürprizlerle besliyor her anı ezelden nağmeler dizerek gönül soframı.

 

Bir uzun hikaye dinliyorum yarım kalan ama bitmeyecek hüzünlerle… Bir  izbe otel penceresinden uçan Nazik beden, ve salıverilen emanet hayatın hikayesi.  Bizim kadınlarımızdan birisinin hikayesi… Yolun sonunu bulamayışın sonlandırdığı, yaşamın arka bahçesindeki koyu gölgesinde aydınlığı arayan, ama yolu hep mezbeleliklerle kesilmiş bir kadın…


Gönül kışlasında efsunlu sözlerle, kırmızı şarap kadehlerinde muhabbetler yapılır senli benli, şuh kahkahalarla ve sıgara dumanları  perdeler çeker, yüzleşmemek için gerçek hayatla. Ve bir gün gerçeklerin sillesi ile uyanırken, dayanılmaz bir yükü atmak için atar kendini kaçıncı kat bilinmez yüksek otel odası penceresinden aşağı…

 

Bir şiir dinlesem aklıma gelir her an bir hatıra ve göğsüm sancır bir düşün anlatısı ile hep.

 

Büyüdük ve büyümenin bedelini, babamızın, ”hafta” diye isim taktığımız cumartesi’leri pazardan getirdiği kırmızı boyalı halka şekerleri kaybetmekle ödedik. Büyüdük ve büyüdükçe masumiyetimizin canavarlaştığına şahit olduk. Büyüdük ve büyüdükçe dünyayı da kirlettik… ve çocuklukta paylaştığımız onca duyguların ortağı bir kız çocuğunun Nazik bedeninin otel odasından uçuşu ile ve unutmakla malül zihnimin bana isyan ederek kalbimi hançerlemesi ile ödedik büyümüşlüğümüzü….

 

Çocuktuk ve büyüdük!?…


Bu yazı yıllar önce intihar ederek hayatına son veren çocukluk arkadaşımızın anısına yazılmıştır. Adı, yazımızın  içine gizilice serpiştirilmiştir.  Hatırlamak bu güne imiş…

 

Veysel Şensoy

 

03.06.2008

 

   Qatar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Related Articles

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

1,465BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
18AboneAbone Ol

Çok Okunanlar