19 Nisan 2024 Cum

SÖZ

Sözler uçup gidermiş ama yazılar baki kalırmış. Hayır sözler hiç uçup gitmez. Onlar, düştükleri yerlerde kıyamete kadar tutulup kaldırılmayı beklerler

 

SÖZ
 
Sözler uçup gidermiş ama yazılar baki kalırmış. Hayır sözler hiç uçup gitmez. Onlar, düştükleri yerlerde kıyamete kadar tutulup kaldırılmayı beklerler. Doğrularıın, hoşgörü ve merhametinden yararlanan yalan ve düzenbazlıklar sözleri perdeledikleri için, ağızdan çıkan kelimelere dönüşmüş  harflerden oluşan bu titreşimlerin, bir sese dönüşmüş enerji biçimlerinin uçup gittiğini sanırız. Oysa, dalında olgunlaşmayı bekleyen kiraz salkımları gibi  önümüze düşecekleri günü beklerler. Utanç ve ar duvarlarımız yıkıldığı, perdelerimizin yırtılıp arsızlık deryasına açıldığımız için, kaal üzere olma halimizde dilimizden dökülenler  bize hiçbir şey ifade etmeyecektir. “Sözü az söyle ağır söyle ki sühan. Zer gibi sayılı gevher gibi sencide gerek.”
 
Her söz söyleyişimde arkasına tebessümü destek yaptım. Kendime rüyalar yazdım her sözcüğün gönlünü hoş tutarak. Her söz, zaman-zaman göynü armut gibi önüme düştü, kimi çürümüş haliyle, kimi olgun armut kokusuyla. Bazen içimi sızlattılar, bazen hoş ve mesut duygular sundular bana. Boş ve hoş olmayan söylenmiş sözler, her zaman, bu çürük meyveler gibi rahatsız etmeyi, iç dünyamdaki en duru köşemi hep kirletmeyi başardılar. Gayri ihtiyari dilimden kaçan lafların, bazı insanların kalplerinde, dokunarak kırdıkları ışgınların can çekişmelerinin yarattığı azap, saman dumanı gibi genzimi yakıp durmaktadır hep. Oysa, bunca edep, irfan, ahlak değerlerini baş tacım etme alışkanlığıma rağmen isyankar bir sözün parmaklıklar arkasından firar etmesinin sorumlusu olarak, boynuma ilmik geçirmek ve dokuz boğumun birincisinde prangaya vurmak istiyorum her sözü; bu sözler doğru da olsa, bal da olsa… Söz gümüşse sükut altındır diyorlar, ama hiç altını tercih edeni görmedim ki… “Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim, Bie per-i suret görünmüş bir hayal olmuş sana.”
 
Bana söylenmiş sözleri çıkarıyorum hafızamdan ve seriyorum harmanlara. Hani hatırlarsınız; bir baba, çocuğuna her öfkelendiğinde kapıya bir çivi çakmasını söylemiş. Öfke yenme terapisi bitiminde ise çivileri sökmesini söyler. Kapı delik deşiktir. Baba, “bu kapı eski halini alabilir mi, bak bakalım” mealinde sözler ile oğluna bir ders verir. Her ne kadar hafızamız unutmakla malül olsa da söz izleri kapanmayacaktır.
 
“Söz söylemek sanatmış” diyorlar ama akordu bozuk kemanın ezgilerini keman çalamasını bilmeyenin elinden dinlemekte olmuyor ki. Sözü söylemesini bilmeyenin ağzından dinlemek kadar işkence verici bir sohbet olmasa gerek.
 
Güneşe olan güvenimi kaybettiğimde anladım yağmura bağlanmanın hata olduğunu. Oysa ben baharları severdim, bahar yağmurlarına koşardım… Öylesine bir bahar di ki özlemlerime taç olan, tatlı dillerden dökülen nağmelerin zarif gül yapraklarına dokunduğu çisil çisil çiğlerin ıslaklığına meftundum. Ben güzel sözlerden dizilmiş sonsuz boncuklu kehribar tesbihlere aşıktım. Her tanecik binlerce sevgi sözünün kokusunu fısıldar kulağıma. Her çekilişte çıkardığı tıkırtıda zikrettiği maşukun ismi söz söz dolanır etrafımda pervane misali.  “Ne bilsin ehl-i dil kadri ne anlar ol ki nadandır. Görünür süreta insan veli ma’nide hayvandır.”
 
Ben sarhoş melodilere meze yapılan sözlere üzülürüm. Kadehlerde sunulan sahte sözlerin azabına dayanmaz yürğim. Mevlana’da zirveleşen, Yunus’da nurlaşan, Baki ile kubbelerde sedalanan, Nedim ile sadabad’da dolaşan, Karacaoğlan ile elifleşen sözlere hasretim ben.  “Yar için ağyara minnet ettiğime aybeyleme, Bağban bir gül içün bin hara hidmetkar olur.”
 
Her mahluk, dağ-taş, yer gök bir söz söyler ama duyacak kulaktan yoksunuz maalesef. Siz kaval sesi dinlediniz mi? Ben her duyduğumda yaslarım başımı bu hüzünlü ve  buğulu sese , kapatırım gözlerimi dünyanın tüm ışıklarına ve neler söyler bana anlamaya çalışırım. Uzaktan geçen koyun sürülerini görürüm. İrili ufaklı kuzular, kocaman kafalı çoban köpekleri, ve kepenekleri içerisinde yalpalayarak yürüyen çobanları görürüm.  En önemlisi anlarım ki, kaval bana hatıralarımı anlatır ve  söze döker benim anlayacağım lisanda. “Ney gibi her dem bu suzişler neden? Pare pare şerha cism-i üryanın mı var?”
 
Sözlerimizin ateşleme namlusu şu dilimiz yok mu? Ne tutmasını biliriz ne yutmasını. Öylesine isyankar ve başkaldırı içerisinde ki, zihinimizde yakaladığı kelimeyi yerli yersiz atıverir hedefsiz, amaçsız. Sonra diğer duyularımız çalışır onarmaya ama nafile artık. Sözler bir yerlerde başlar beklemeye, donsa da, yansa da, bayatlasa da bir gün önümüze düşmek için sabırla beklerler. Ta ki bir dost bulup ta saklamz ise ayıplarımızla birlikte bir kuyuda…. “Dostluktan bugün ey ehl-i vefa dunyada, sıdk u ihlas ile bir hayr u duadır maksud.”
 
 
 
Söz söylemek ne kağıda kaleme sordum
Dostluğun manasını dünya aleme sordum
Kenara çekilip büzülmüş halime sordum
Bülbül ile tanışan bilişen dile sor dediler.
 
Kayalıkların yalçın tepesinde yele sordum;
Yağmurlara,bulutlara, ırmakta sele sordum;
Yıkılmış bahçelerde kurumuş güle sordum;
Boğaz yedi boğum konuşan dile sor dediler.
 
Eşe dosta, ele aleme, kurda  kuşa sordum;
Dağa taşa, dereye tepeye yokuşa sordum;
Her önüme gelene hayellere düşe sordum;
Utanılası sözler ile uluşan dile sor dediler.
 
Veysel Şensoy

Related Articles

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

1,465BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
18AboneAbone Ol

Çok Okunanlar