29 Mart 2024 Cum

Nükleer Kıyamet

Köşe Yazarımız Veysel ŞENSOY’un Nükler Kıyamet Başlıklı Bilimsel Yazısı

Bu yazımız çok uzun olacak ama ibretle okuyacağınızdan emin olduğum için  köşemize yolladım.  

NÜKLEER KIYAMET

Dünya tarihinin onbinlerce yıllık sürecinde hayal edilip de

yapılamayanların, hatta hayal bile edilemeyen icadların son yüz yılda somut biçimde ortaya çıkması şaşırtıcıdır. İlginç olan bir şey daha var ki, bütün bu icadların en can alıcı ve  en önemlilerinin ortaya çıktığı coğrafya Amerika olmasıdır. Ne var bu Amerika’da;  ki, her teknolojik gelişme orada vukuu bulmaktadır? Daha mı akıllılar; daha mı zekiler; daha mı çalışkanlar? Tek kelimeyle hayır!.. İnsanın aklına bir çok yerlerde  okuduğumuz teorilerin doğru olabileceği takılıyor. Bu bölgeye teknoloji transferi yapan dünya dışı uygarlıklar mı var? Japonların da ileri teknolojiye hakim olduğunu düşünüyorsanız yanlış düşünürsünüz. Elektronik teknolojisi elbette inanılmaz şeyler yapmakta ve bu ağır teknolojilerin omurgasını oluşturmakta ama asıl göremediğimiz daha derin ve hayal otesi teknolojlerden bahsediyoruz. Amerikalılar,  bu sahaları bıraktı ve uzay teknolojisiyle uğraşmaktadırlar ve akıl almayacak düzeyde ilerdeler. Bu sürecin asıl başlama tarihi 1939 olarak kabul etmek lazım;yani Atomun parçalanmasının başarıldığı yıl.

İnsanlık tarihinin en korkunç kıyımlarından,  en acımasız, en vahşi, en canice  olanı bu atom bombası denilen cehennemi silahla yapılmış olanıdır. Bu gün, bazı caydırıcı unsurlar olmasa, aynı devletin istediği bölgeye hiç kaygı duymadan aynı öldürücü silahı kullanmaktan çekinmeyeceğini dünya alem biliyor. Savaşın da kendine has kuralı vardır. Sivillere dokunulmaz. Kadın ve çocuklara ilişilmez. Ama artık bu devir de kapandı. Komşu ülkede neler yaşanıyor görüyoruz.

Batılılar, Türklere “barbar(!)” ve “vahşi(!)” derler. Aynı batılı tarihçilerden bazıları bu iftirayı  yalanlamaktadırlar. Tabii aslan  payını kendilerine yontma çabaları ağır bassa da ortaya attıkları söylemin bir tarafında Türkler bulunmaktadır.. Diyorlar ki: “Bilinen savaşların en medenisi Çanakkale savaşıdır.” Nasıl olur da toplam 750 000 insanın kırıldığı bir savaş medeni olabilir? Oluyormuş… Siperler  birbirine çok yakın. Ayni gün içinde,  bir siper on kere el değiştirir. Ateş kesilince de siperler arası konuşmalar olur ve yiyecekler atılır birbirlerine..

Avustralya Genel Valisi Lord CASEY Geliboluda’ki savaşa Teğmen rütbesiyle katılmış bir ANZAK’tır. Onun yazdıkları aynen şöledir:  “Birgün Türklerle çok şiddetli bir çarpışmaya girdik, adeta göğüs göğüse idik. Her iki taraf da çok can kaybı vermişti. Aramıza biraz mesafe koymak için siperlerimize dönmek istedik.; büyük bir bölümümüz yerlerinizi almıştık. Bir İngiliz teğmen iki siper arasında nerden atıldığı belli olmayan bir top mermisi ile bacağını kaybetti ve orada yığılıp kaldı… Feryat ediyordu, bizim siperlerden kimse kalkıp onu ordan alımaya cesaret edemedi. Bekliyorduk, Bu arada Türk siperinden bir asker mevziinden ayağa kalktı; elindeki tüfeği ni siperin  önüne koydu. Uzun boylu, bıyıklı, yiğit bir asker, ağır adımlarla yaralı subaya yürüdü. Durumu kavradım. Bizim siperlerdeki askerlere kesinlikle ateş etmemelerini söyledim, Türk askeri yaralı subayı kucağına alarak bizim siperlerin önüne getirdi ve yere yavaşca bıraktı… Türk askeri arkasına dönerek, yine ağır adımlar ile mevzinin önüne koyduğu tüfeğini alarak siperine girdi! Yarabbi bu necesaret, bu ne asalet, bu ne ruh gücü demekten kendimi alıkoyamadım. Biz çok kahraman bir milletle savaştık. Bizi milletsiz yaptınız.” Bu Vali, Avustralya’da Mehmetciğe saygı anıtı dikmiştir. İlk Türkler Avustralya’ya bu vali zamanında göçmen olarak yerleşmişlerdir. Asalet budur. Canberra Ulusal Savaş Müzesi’nin giriş bölümünde Gelibolu kısmında şu kelimeler yazılıdır. “Avustralya, Gelibolu sahillerinde doğmuştur.”

1967 yılında Avustralya Genel Valisi olan Lord Casey onlar için olağanüstü önemdeki bu savaşlarda tanıdığı Türk Askeri için şunları söylüyor.

“Biz Çanakkale Yarımadasından Türkler ile savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek kahraman Türk Milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık. Bütün Avustralya’lılar Mehmetçiği kendi evlatları gibi sever, O’nun mertliği, vatan ve insan sevgisi siperlerdeki dayanılmaz heybet ve cesareti, bütün Anzakları hayran bırakan yurt sevgisi, insanlığın örnek alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla. 

Lord CASEY


          
Mustafa Kemal ATATURK de aynı şekilde şunları söylemiştir: 

“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken İngiliz, Fransız, Avustralyalı, Yeni Zelandalı, Hintli Kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındayız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır!

Amerkan askerlerinin, Irak’ta ve girdiği diğer ülkelerde yaptığı utanç verici davranışlar karşısında dehşete düşmeyen tek bir insan bulamazsınız; İngilizler hariç. Hatta kısıtlı nükleer içerikli silahları buralarda denediklerini duyuyoruz. Bu ne vahşi bir davranıştır ki, insanlar üstünde çılgın deneyler yapılmakta. İnsanlık suçu işlenirken bütün dünya suskun ve durumdan faydalanarak kendilerine pay çıkarmaya çalışmaktadırlar. Bir gün kendi başlarına yağacak kıyamet silahlarına tepki göstermemeleri acınacak bir gaflet sadece. Peki Irak’ta  asıl olması gereken ülke İngiltere olması gerekirken neden Amerika bu bölgede?  Bir başka yazımızda bunun sebebini kısaca yazacağım.  Bir ip ucu vereyim size; Lozan anlaşması…  Bu Atom Bombası denilen felaketin gelişmine bir göz atalım.

ATOM BOMBASININ KISA TARİHİ
A History of Bombing
Sven Lindqvist


1939 yılı, atom fiziği için bir atılımı gördü. Sürgün Yahudi fizikçi
Lise Meitner, Hahn ve Strassman’ın Berlin’de yapmış oldukları, ama atomu bölmüş olduklarını fark etmedikleri deneyin imalarını kavradı.
Haberler, Nazi rejiminden kaçan diğer Yahudi bilimcilerin sığınma istediği Amerika Birleşik Devletleri’nde hareketlilik kıvılcımı saçtı. Mart’ta Macar Leo Szilard, içinde parçalanan bir atomun bir diğerinin parçalanmasına neden olduğu zincirleme bir reaksiyonun mümkün olduğunu deneysel olarak gösterdi. Ağustosta bilimciler liderleri olarak Einstein ile birlikte, Franklin D. Roosevelt’e yazarak onu, Hitler’in atom bombası yapabileceğine dair uyardılar.

 
1941
Mart 1940’ta Albert Einstein, atom bombasının mümkün olabilirliği hakkında Başkan Roosevelt’e bir daha yazdı. Amerikan Savunma Dairesi o zaman, hiçbir askeri adamın inanmadığı süper silahın geliştirilmesi için 6 bin Dolar yatırdı.

 
Mart 1941’de Kaliforniya’da bir grup fizikçi, uranyumu platunyuma dönüştürmeyi başardı. Yarım mikrogram ürettiklerinde, onu yavaş nötronlarla bombardımana tabi tutmaya başladılar ve parçalanabildiğini gördüler. Bir İngiliz-Amerikan ekibi oluşturuldu ve 6 Aralık 1941’de, Pearl Harbor’un bombalanmasından önceki gün Birleşik Devletler, atom bombasına dönmeye karar verdi.

 
“Fermi ile tokalaştım ve bu günün insanoğlunun tarihine en karanlık gün olarak geçeceğini düşündüğümü söyledim.”


1942
Ağustos 1942’de Almanya yayılmasının en üst noktasındaydı, Birleşik Devletler’de Manhattan Projesi’nin ilk adım atıldı. Westinghouse, 3 ton saf uranyum teslim etti. Enrico Fermi ve Leo Szilard, bir reaktör inşa etmeye başladılar. 2 Aralık 1942, saat sabah 3.30’da reaktör ilk zincirleme reaksiyonu becerdi. Szilard: “Fermi ile tokalaştım ve bu günün insanoğlunun tarihine en karanlık gün olarak geçeceğini düşündüğümü söyledim.”
Yine de Szilard ve meslektaşları, Hitler’in bilim adamlarının hedefe kendilerinden önce varabilecekleri korkusuyla, çalışmaya devam ettiler. Ama Almanya’nın kırılması yaklaştı ve Hitler’in süper silaha sahip olmadığı çok açık olarak anlaşıldı. Durum değişmişti. Szilard, eğer bombasını kullanırsa gelecekteki karşılıklı dehşet konusunda Roosevelt’e yazarak onu uyardı. Roosevelt, mektup kendisine ulaşamadan bir gün önce öldü.

 
1945
Roosevelt’in varisi Harry Truman, bilim adamlarının uyarılarını dikkate almadı. Almanya yenildi. Dışişleri Bakanı Byrnes’in, Szilard’a söylediği gibi; atom bombası Japonya ile olan savaşa son verecek ve “Rusya üzerinde derin etki bırakacaktı”.

 
Ama Şikago bilim adamları direndiler. 11 Haziran 1945’te atom bombasının kullanılmasına güçlü bir şekilde karşı çıkan Franck Grup Raporu çıktı: “Birleşik Devletler, insanoğlu üzerinde ayrımsız yıkımın bu yeni silahını ilk piyasaya çıkaracak olursa, dünya çapındaki kamuoyu desteğini kurban edecek, silahlanma yarışını hızlandıracak, böyle silahların gelecekte kontrolü üzerine bir uluslararası anlaşmaya ulaşma imkanına karşı ön yargılı yaklaşımı doğuracaktı.”
Truman, bombanın nasıl kullanılacağı sorununu Savunma Bakanı Stimson başkanlığındaki bir komiteye devretti. Komite, Japonların uyarılmaması ve saldırının sivil bölgelere karşı değil, ama “büyük miktarda işçi çalıştıran ve yakın etrafındaki işçi evleriyle, hayati önemdeki savaş sahalarının” hedef alması gerektiğini önerdi.
Öneri kendi kendisiyle çelişkiliydi, çünkü meskun bir bölge, sivil bölgesi olarak tanımlanır ve gerçekçi değildi, çünkü bombanın etkileri şehrin saptanacak parçasıyla sınırlandırılamazdı. Gerçekte ise hedefin merkezi, şehrin sivil göbeğiydi.

 
17 Temmuz’da ilk atom bombası denemesi New Meksiko’da yapıldı. Atom bombasını mümkün hale getirmiş olan Leo Szilard ve diğer 69 bilim adamı, sonraki gün Truman’a gönderdikleri dilekçede, karşıt uyarılmadan atom bombasının kullanılmamasını istediler. Askerler, mektupla ilgilendi ve Truman’a asla ulaşmadı.

 
26 Temmuz’da, Birleşik Devletler ve Büyük Britanya’nın eğer koşulsuz teslim olmazsa Japonya’yı “derhal ve tam yıkım”la tehdit ettikleri Potsdam Deklarasyonu çıktı. İmparatorun rolü ve atom silahı üzerine hiçbir şey söylenmiyordu.

 
28 Temmuz’da beklendiği gibi Japonlar, Müttefiklerin muhtırasını reddetti, ama aynı zamanda son birkaç aydır, müzakere masasına oturmak için Müttefiklere ulaşma meyvesiz girişimleri devam ediyordu.

HİROŞİMA, saniye, saniye

6 Ağustos 1945 sabahı, saat 8’i 16 dakika iki saniye geçe, süper silah rüyası gerçek oldu. İlk atom bombası, Hiroşima’nın üzerinde uyarı yapılmadan 12500 ton trotyl (TNT) gücüyle patladı. Yeni çeşit savaş başlamıştı. Olaylar, bu yeni savaşın ilk saniyesinde böyle gelişti:

0.00
Bomba Hiroşima merkezindeki Shima Hastanesinin yaklaşık 600 metre yukarısında, sabahın en işlek saatinde patlatıldı. Patlama noktasında sıcaklık, bir saniyenin milyonda biri süresinde birkaç milyon dereceye yükseldi.

0.01
300 bin derece sıcaklığındaki ve 15 metre çapında bir ateş topu oluştu. Aynı zamanda nötronlar ve gamma ışınları yere ulaştı ve yaşayan organizmalar üzerinde doğrudan tahribata neden oldu.


0.15
Ateş topu yayıldı ve patlama dalgası daha hızlı bile yayıldı, hava parıldayana kadar ısındı.

 
0.2-0.3
Muazzam miktardaki kızılötesi enerji oluştu ve insanlarda doğrudan yanma yaralarının çoğuna neden oldu.

 
1.0
Ateş topu maksimum boyutlarına, yaklaşık 200-300 metre çapına ulaştı. Ateşi yayan patlama dalgası ses hızıyla ilerledi.

 
Günün geç saatlerinde kurtarma ekipleri bölgeye vardıklarında, kurtaracak çok şey kalmamıştı. Görevleri esas olarak on binlerce cesedi toplamak ve kaldırmaktan oluşuyordu. Hemen ölmüş olanlar yıkıntıların içine bırakıldılar. Birkaç dakika ya da birkaç saat yaşamış olanlar, köprülerin üstündeki ve nehrin kenarındaki yığınların içine bırakıldılar ya da kendilerini ateş fırtınasından kurtarmaya çalıştıkları suda sürüklenmeye bırakıldılar.

 
Takriben 95 bini sivil olan 100 bin insan derhal öldü. Yine çoğunluğu sivil olan bir diğer 100 bin, radyasyonun etkisiyle yavaş yavaş ve uzayan bir ölümle öldüler.


İki gün sonra, 8 Ağustos’ta, Sovyetler Birliği, ABD’nin isteği üzerine

Japonya’ya karşı savaşa girdi.

 
Bir gün sonra ABD, Nagasaki’ye bir atom bombası attı.


14 Ağustos’ta Japonya teslim oldu.

 
Ertesi gün, savaş boyunca uygulamada olan askeri sansür kaldırıldı, ancak bir istisna ile: Atom bombasının etkileri üzerine hiçbir şey yazılamazdı.

TRUMAN: “HİROŞİMA ASKERİ ÜS”


Amerikalılara, atom silahının 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’da patlamasını ilk duyuran, Pearl Harbor’un bombalanma gününden 44 ay sonraki Başkan Truman’ın duyurusuydu: “16 saat önce bir Amerikan uçağı, önemli bir Japon askeri üssü olan Hiroşima üzerine bir bomba attı.”

Truman, Hiroşima’nın sadece bir askeri üs değil, ama aynı zamanda 400 bin sivilin şehri olduğundan ve bombanın sadece üssü değil, aynı zamanda şehrin kalbini hedeflediğinden bahsetmeyi unuttu.

Ertesi gün Truman açıklamayı genişletti. Saldırı için bir askeri üs seçilmişti, “çünkü ilk saldırıda sivillerin öldürülmesini mümkün olduğu kadar önlemeyi arzuladık” dedi. Fakat eğer, onları isimlendirdiği gibi, “Jap’lar” teslim olmasalardı, bu dikkat kısa süre sonra kenara atılması gerekecekti ve “maalesef binlerce sivilin yaşamı kaybolacaktı.”

Bu, Hiroşima’da binlerce sivil yaşamın kaybolmamış olduğu intibasını bıraktı. Truman’ın çok iyi bildiği gibi, bu bir yalandı.

 
Birkaç yıl sonra Truman’ın 1945 yazındaki Potsdam Konferansı’ndan kalan günlüğü, karısına yazdığı mektuplarla birlikte bulundu. İşte Truman’ın bombanın politik değeri konusunda tümden net olduğunun ispatı: Truman, Japonya’nın teslim olmak istediğinin bilincindeydi ve Sovyetler Birliği’nin savaşa girişinin Japonya’nın sonu anlamına geldiğini fark etmişti. Bombayı attığında, başka sözlerle vurgulanırsa, savaşı sona erdirmek için bombanın gerekli olmadığını biliyordu.

HİROŞİMA’DAN MANZARALAR

 
“Birleşik Devletlerde eğitim gördüm. Batı uygarlığına inanıyorum. Hıristiyan değilim. Fakat Hıristiyanlar burada yapılmış olanı nasıl yapabilirler? En azından, bu korkunç hastalığı durdurabilmemiz için, bunun ne olduğu bilen bazı bilimcilerinizi gönderin.”

 
Sadece bir gazeteci, Avusturalyalı Wilfred Burchett, kuralları delmeyi ve Hiroşima’dan sansürsüz haber geçmeyi başardı. 6 Eylül tarihli London Daily Press’in ön sayfasını dolduran haberi, sonradan kağıda basılarak dünya çapında yayılır. “Hiroşima’da, şehri yıkan ve dünyada şok etkisi yaratan ilk atom bombasından 30 gün sonra bile hala insanlar ölüyor, hem de esrarengiz ve dehşet verici şekilde – felakette yara almayanlar, ancak atom vebası olarak tanımlayabileceğim meçhul bir şey oluşturuyorlar.”

 
Şehirde ayakta kalan tek bir hastane var, Burchett, fiziki fenalaşmanın çeşitli aşamalarındaki yüzlerce hastayı döşemeye uzanmış gördü. Bir deri bir kemik kalmış vücutları iğrenç bir koku yayıyordu. Pek çoğu korkunç yanıklar almıştı. Burchett, o zaman hastanede çalışan Dr. Katsuba’dan aktarır:

 
Başta herhangi diğerleri gibi yanıkları tedavi ettik. Fakat hastalar hemen eriye eriye gidiyor ve ölüyorlardı. Ardından, … bombanın patladığı yerde olmayan insanlar bile, hastalandılar ve öldüler. Görünmeyen nedenlerden sağlıkları bozulmaya başladı. İştah kaybettiler, kafalarının saçı dökülmeye başladı, vücutlarında mavimsi lekeler görülmeye başladı ve burunlarından, ağızlarından ve gözlerinden kan akmaya başladı.

 
Vitamin iğneleri yapmaya başladık, fakat iğnenin açtığı delikten et çürüyüp dökülmeye başladı. Ve her vakada hasta ölür. Bir şeyin kandaki beyaz hücreleri öldürdüğünü artık biliyoruz. Ancak bunun için yapabileceğimiz bir şey yok. Beyaz hücreleri başka bir şeyle değiştirmenin yolu yok. Buraya hasta olarak getirilen herkes ölü olarak götürüldü.

Hastane bodrumunda otopsileri yapan Japon bilimciler, hastalığın nedenlerini ve nasıl tedavi edilmesi gerektiği konusunda bilinen hiçbir şeyin olmadığını teyit ettiler.

 
“Anlayamıyorum” dedi Dr. Katsuba: “Birleşik Devletlerde eğitim gördüm. Batı uygarlığına inanıyorum. Hıristiyan değilim. Fakat Hıristiyanlar burada yapılmış olanı nasıl yapabilirler? En azından, bu korkunç hastalığı durdurabilmemiz için, bunun ne olduğu bilen bazı bilimcilerinizi gönderin.”

 
Bombadan bir yıl sonra, John Hersey’in parçası New Yorker’da gözüktü. İşte, ilk defa dünya Hiroşima’nın yaşamda kalan altı kişisiyle karşılaşabiliyor ve onlardan tecrübelerini duyabiliyordu.

 

Hiroşima’daki Kızıl Haç Hastanesinde yara almayan tek doktor olan Dr. Sasaki, çoğu korkunç yanıklar içinde olan kötü şekilde yaralı on binlerce hasta tarafından kuşatılır. Onları tedavi etmek için elinde tuzlu eriyik dışında hiç bir şey yoktur. Sasaki, saatlerce uyuşuk bir halde kötü kokan koridorları arşınlar ve halen öfkeli şehir yangınının hafif pırıltısı altında yaraları sarar. Tavan ve iç duvarlar çökmüş, döşemeler kusuntu ve kanla yapışkan hale gelmiş. Sabahın üçüne kadar Dr. Sasaki ve çalışma arkadaşları, tam 19 saattir bu ürpertici işteydiler ve hastane binasının arkasında küçük bir uyku kestirmek için gizlenirler. Bir saat sonra yerleri inleyen hasta yığını tarafından keşfedilir: “Doktorlar! Yardım edin bize! Nasıl yatarsınız!”

 
Fakat halkın çok büyük çoğunluğu hastaneye hiç ulaşmaz. Pastor Tanimoto kayıkçı gibi çalışır, yaralıları nehrin yanan tarafından henüz yanmamış tarafına taşır. Kayığa çıkmasına yardım etmek için bir kadının ellerini tutar – kadının derisi “eldiven parçaları gibi kocaman halde dökülür”. Boyca küçük olmasına rağmen pek çok insanı kayığa bindirmeyi başarır. Göğüs ve sırtlarındaki derileri zar gibi incelmiş ve tüm gün boyunca görmüş olduğu yanık yaralarını hafif bir titreme ile düşünür – “… başta sarı, ardından kırmızı ve şişmiş, soyulmuş deri ve nihayet akşamleyin irinli ve kokulu.” Nehrin öteki yakasında yükseltilmiş bir kum seti vardır, yaşayan, fidan gibi incelmiş gövdeleri oraya, met suyundan öteye kaldırır. Tekrar tekrar kendi kendine hatırlatır: “Bunlar insan.”

 
Atom bombasının patlamasıyla meydana gelen mantar şeklindeki bulutu Özgürlük Heykeli’nin ikinci uyarlaması olarak gören pek çok Amerikalı, Hersey’in haberini okuyunca ikinci düşünceler edindiler. Albert Einstein derginin bin tanesini satın aldı. Fakat bombayı atma kararını tartışmak, halen çok hassas bir konuydu.

 
1965’te Kenzaburo Oe’nin Hiroşima’dan Notlar’ı (Notes From Hiroshima, 1965) ve Masuji ıbuse’nin Kara Yağmur’u (Black Rain, 1965) ile bomba, Japon literatüründe önemli bir tema haline geldi. Kendisi Hiroşima’da olmayan ıbuse, dokümanter gazetecilik malzemelerini kullanır. Kahramanlarından biri olan Shigematsu, bombadan iki gün sonra aynanın önünde durmaktadır:

Sargıyı yerinde tutan yapışkan sıvıyı parça parça araladım ve dikkatlice kumaşı kaldırdım. Yanmış kirpikler, yanan bir yün parçasından kalan lekeler gibi küçük siyah topaklara ayrılmıştı. Tüm sol yanak siyahımsı-mor bir renk almıştı, yanan deri ondan ayrılmadan et üzerinde kuruyor, böylece tüm yanakta sırtlar oluşturuyordu. Sol burun deliği tarafı sirayet etmişti, üstteki kurumuş sert kabuğun altından taze irin geliyordu. Yüzümün sol tarafını aynaya çevirdim. Bu, benim kendi yüzüm olabilir miydi? Hayret ettim. Kalbim bu düşünceyi vuruyordu ve aynadaki yüz gittikçe garip hale geliyordu.

 
Bükülmüş deri parçasının sonundan bir küçük parçayı tırnaklarımın arasına aldım. Hafifçe çektim, biraz incitti, o zaman en azından anladım ki bu benim yüzümdü. Deriyi bir zamandır yaptığım gibi küçük küçük kaldırırken bu gerçek üzerine derince düşünceye daldım. Eylem bana, çıkmayı isteyen gevşek bir dişi hafif bir dürtü ile halletme benzeri, aynı anda acıdan nefret etme ve ondan hoşlanma gibi ilginç bir çeşit zevk verdi. Kıvrılmış bükülmüş tüm deriyi soydum. Sonunda, burun deliğimin yan tarafında yapışmış sertleşmiş irin topağını tuttum ve çektim. Önce tepeden başlayarak söküldü, ardından birden temiz oldu ve sarı akıcı irin bileğimin üstüne damladı.

 
Milyonlarca Japon kendilerini Ibuse’nin aynasında gördü. ıbuse’nin şahaseri İngiltere’de 1971’de çıktı, fakat 14 yıl sonraya kadar Birleşik Devletlerde çıkmadı. Nobel Ödülü sahibi Oe’nin Notes From Hiroshima’sının Japon ve Amerikan basımları arasında üç onyıl vardı.

AMERİKAN’ıN YALAN PROPAGANDASI


Amerikan otoriteleri, Burchett’in raporunun çıktığını biliyorlardı ve aynı gün tam da böyle bir vesile için yedekte tuttukları bir hikayeyi yayınladılar. Raporları, Japonların savaş esirlerine karşı işlediği, kanibalizm ve canlı gömmeyi de içeren 200 gaddarlığı tarif ediyordu. Bu rapor, Japonların hak ettiklerinden fazlasını almadıklarına dair düşünceyi teşvik etmeyi amaçlıyordu.

 
Ayrıca aynı gün yine aynı amaçla muhafaza edilen bir rapor daha yayınlandı. Devlet gazetecisi William Laurance tarafından yazıya alınan bu rapor, Nagasaki’nin bombalanmasının nasıl şahane bir şey olduğu hakkındaydı. Atom bombasını yazıyordu: “Onu yaratan heykeltıraşın ürününden dolayı gurur duyacağı tarzda onu böyle enfes şekilde yaşayan bir nesne haline getirilirken görmek ve ona yakın olmakla; insan, gerçekle gerçek-ötesi arasındaki çizgiyi biraz aşıyor ve kendini mucizeliğin varlığında hissediyor.”

 
Ek bir ihtiyati tedbir olarak General Farrell, 11 uysal bilimciyi Hiroşima’ya uçurttu ve bombanın hiçbir şekilde herhangi bir radyoaktif bulaştırma izi bırakmamış olduğunu onlara tasdik ettirdi.

General Groves, radyasyonunun hiçbir şekilde kurbanlarına “usule uymayan ağrıya” neden olmadığına dair kongreye güvence verdi, “gerçekte ölümün çok hoş bir yolu, diyorlar.”

 
Fakat bu hoş ölümün resimleri Amerikalılardan esirgendi. Kurbanların fotoğraflarının gösterilmesine izin verilmedi. Japonların üç saatlik dökümanter Hiroşima filmi müsadere edildi ve yirmi yıl sonrasına kadar gösterilmesine izin verilmedi.

 
DAHA FAZLA ATOM İÇİN TÜM HIZLA İLERİ

 
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 24 Ocak 1946’da fikir birliğiyle ilk kararını aldı. Bu kararla, “ulusal silahlanmada atomik silahların ve kitlesel kıyım silahlarına dönüşebilecek diğer bütün temel silahların tasfiyesi” için öne sürülecek teklifleri değerlendirmekle görevli Atom Enerji Komisyonu’nu oluşturuldu.

 
Komisyonun çalışması, 14 Haziran’da Baruch Planı’nın sunulmasıyla sonuçlandı. Plan, atomik silahlar üzerindeki mevcut Birleşik Devletler tekelini gerekçelendirdi. Atom bombasını silahlarından arındırabilecek olan tek ülke, plana göre öyle yapmayacaktı. Bunun yerine, düşünce, nükleer teknoloji peşinde olan ülkeleri bundan alıkoymaktı. Birleşik Devletlerin denetimindeki bir uluslararası örgüt, sadece teftiş hakkını değil, aynı zamanda zincirleme tepkiyi yaratabilecek olan tüm ham materyal üzerindeki “yönetimsel kontrolü” de elinde tutuyordu. Hiçbir ulusun, bu örgütün onayı olmadan barışçıl amaçlarla bile olsa nükleer enerjiyi geliştirme hakkı olmayacaktı. Bunu tecavüz hareketleri – net ifade edilmemiş olmasına rağmen – “otomatik cezalandırmalara” eşlik edecekti ve Güvenlik Konseyi üyeleri, veto hakkını kullanamazlardı. Plan tümden gerçek olmadan önce, Birleşik Devletler, atomik silahlarını muhafaza edecek ve yenilerini üretme biricik hakkına sahip olacaktı.

Eğer Birleşik Devletlerden başka bir ulus atomik silahlar tekelini elinde bulundursaydı, Birleşik Devletler Baruch Planını kabul edecek miydi? Elbette hayır. Tüm dünya halklarının, ölüm ve kalım üzerine karar hakkını, tam bir yıl önce Hiroşima ve Nagasaki’de olanlardan sorumlu bir ulusun eline güvenerek vereceklerini düşünmek tamamen haddini bilmemek olurdu.

 
Ancak hakikatte, bu ulusun çoktan bu gücü vardı.

 
1946 Mart’ında Stratejik Hava Dairesi (Stratejic Air Command – SAC), Birleşik Devletlerin askeri hizmetleri arasında bağımsız bir dal haline geldi. Aynı yılın Mayıs’ında SAC, dünya üzerindeki tüm hedeflere yönelebilecek atomik saldırıların hazırlanmasıyla görevlendirildi. Hiroşima’nın bombalanmasının yıldönümünde kıtalararası bombalama uçağı B-36’yı uçurdular. ABD artık, sadece bombalara sahip olma tekelini elinde bulundurmuyordu, aynı zamanda bir bombayı dünyada istediği yere dağıtabileceği plana sahipti. Silah naklinin sonraki kuşağı çizim tahtasına konmuştu bile: Sonradan Atlas roketi olarak isimlendirilecek kıtalararası roket.

 
1947’de “Kızartaç (Broiler)” denen ilk Amerikan atomik savaş planı çizildi. Sovyetlerin Batı Avrupa’yı işgal etmesi durumunda, 24 Sovyet şehri 34 atom bombası ile tahrip edilecekti.

 
Ayrıca İngiltere ve Uzak Doğu’da üsler kuran Strategic Air Command (SAC) 1948’de yeni kıtalararası bombalama uçakları olan B-36 ve B-50’leri hizmete soktu. İlk defadır Amerikan atomik silahları, Sovyetler Birliği’ne büyük ölçekte ulaşabiliyordu. “Truva Operasyonu (Operation Trojan)” denen yeni bir atomik savaş planı benimsendi, buna göre 70 şehir 113 atom bombasıyla tahrip edilecekti. Milyonlarca insan derhal, daha çoğu da ondan sonraki kısa süre içinde ölecekti.

1949 için savaş planının adı “Damlaatışı (Dropshot)” idi ve bunda SAC, 100 Sovyet şehrine 300 atom bombası atacaktı. Bombalar ayrıca daha etkili olmuşlardı, öyle ki patlayıcı etkisinin sürekli artışıyla şimdi Amerikan atom bombaları, on megatona ya da 800 Hiroşima bombasından daha çoğuna tekabül ediyordu.

 
Radyasyonun etkisinden halen her gün yeni yaraların keşfedildiği Hiroşima’dan dört yıl sonra, halen kül içinde olan Japon şehirlerindeki ateş fırtınasından dört yıl sonra – evet dört yıl sonra, 800 yeni Hiroşima planlanmıştı bile.

 
Birleşik Devletler, hiçbir zaman bu kadar güçlü olmamıştı. Ve gücün güçsüzlüğü hiçbir zaman bu kadar aşikar olmamıştı.

Atom bombası, Stalin’i askerlerinin Nazileri kovduğu Avrupa parçasında demir yumruk politikasıyla yönetilen devletlerden oluşan bir imparatorluk inşa etmekten alıkoyamadı.

 
Atom bombası, Mao Zedung’u yozlaşmış Kuomintang diktatörlüğünü devirip yerine kendi çok daha etkin diktatörlüğünü koymasını durduramadı. Amerikalıların gözünde sarı ve kızıl şeytanlar şimdi birleşmişti ve yarım milyar insan birden Amerikanın düşmanı olmuşlardı.

Atom bombası, Amerika’nın atomik silahlar üzerindeki tekelini idame ettiremedi. Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1 Ekim 1949’da Tiananmen Meydanında ilan edilmesinden birkaç gün önce, Stalin’in ilk nükleer silahını patlatması sadece dört yıl almıştı. Ruslar, Birleşik Devletlerin silahlarına ulaşmanın henüz herhangi bir aracına sahip değillerdi, fakat iki süper gücün birbirini tümden tahrip edecek güce ulaşmalarının sadece bir zaman sorunu olduğunu herkes fark ediyordu.

Gücün güçsüzlüğü, Birleşik Devletleri sarstı. Ani tepki: Daha da Büyük bir Bombaya İhtiyacımız Var oldu. Truman, hidrojen bombası için ileri emrini verdi. Hedef, tek başına 3000 Hiroşima’yı taşıma gücünde olan B-52 idi.

 
1 Mart 1954’te Amerikan hidrojen bombası “Bravo” patlatıldı. Bomba umulmadık bir şekilde 15 megaton, yani 15 milyon TNT’ye eşdeğer patlayıcı enerji bıraktı. „Bravo“, 1200 Hiroşima bombası gücündeydi.

İki hafta sonra hava gücü, deniz ve kara güçlerini bombayı kullanma niyetinde olduğuna dair bilgilendirdi. Sovyet Blokuna nükleer silahlarla donanımlı 735 uçakla saldırılacaktı. Genel kanı, iki saatın içinde yayılan yıkımla „tüm Rusya’nın sonunda duman haline geleceği“ydi. Üçüncü Dünya Savaşını sonuçlandırmak için otuz günlük bir uzunluğun yeterli olacağını emin şekilde hesaplıyorlardı..

 
„Bravo“nun patlatılmasından hemen sonra, Kurchatov ve diğer Sovyet fizikçileri bir çalışma tamamladılar ve bundan çok kısa zaman sonra, „kainatta varolan tüm yaşamı imkansız kılacak koşulları yaratmaya“ yetecek kadar nükleer silaha sahip olduklarını açıkladılar. „Bravo“ benzeri yüz bomba „yerküre üzerindeki tüm yaşamı bitirmeyi“ sağlamaya yeterli olacaktı. Rusya liderleri de iyi bilgilendirilmişti.

Öyle olsa bile, Khrushchev, hemen hemen aynı dereceye kadar Eisenhower, ülkelerinin savunmasını bu kullanılamaz silahlara dayalı inşa etmeğe devam ettiler. İkisi de güvenliklerinin karşılıklı intihar anlamına gelecek bir silahın kullanımına ilişkin sarsılamaz kararlılığa dayandığını hissediyorlardı.

 
On yıl sonra Hiroşima’da halen insanlar, bugün inşa edilen ve denenen bombaların binde biri bile olmayan küçük bir bombadan dolayı acı ölümlerle ölüyorlardı. Terketmenin zamanı değil miydi? Hava umut doluydu.

An yaklaştı. Vardı. Ve bizler gerçekten geçtiğini anlayabildikten önce, geçti.

Sonraki yıl artık çok geçti. 1956’da Sovyetler Macaristan’daki başkaldırıyı ezerken, Fransa ve Büyük Britanya Süveyş Kanalını işgal etti. Uluslararası hava, hep olduğundan daha çok soğumaya başladı. Ruslar, ABD’nin kıtalararası jet bombardıman uçaklarına cevaplarını inşa etmeye başladılar ve dört yıl sonra, 1960’ta, Sovyetler Birliği kendi karşıt „ağır misilleme“sini duyurdu.

 
Khrushchev, Sovyetler Birliği’nin kara güçlerini kullanımdan çıkaracak, pahalı ve gereksiz hale getirecek olan nükleer kapasiteye sahip olduğunu beyan etti. Bunlar üçte birine indirilecek ve yerlerine daha çok nükleer silahlar yerleştirilecekti. İki süper güç de, şimdi artık kendi savunmalarını tümden karşılıklı topyekün yıkım için söz verme ve bunu önleme yetenekleri üzerine dayandırıyorlardı.

 
Kamuoyundan yılmadan savaş hazırlıkları devam etti.

 
Amerikan stratejik güçleri komutanı General LeMay, Nisan 1956’da yaptığı açıklamada; savaş durumunda “bu akşamki gün batımı ve yarınki gün doğumu arasında Sovyetler Birliği temel bir askeri güç ve hatta temel ulus olmaktan muhtemelen çıkabilir… Şafak, Çin’den son derece yoksul ve ABD’den daha az nüfusla ve belki de gelecek kuşaklar boyunca tarımsal varlığa mahkum olmuş bir ulusun üzerine doğabilir.” LeMay’ın Japonya’da çoktan işlemiş olduğu ve onlardan dolayı ün ve madalya dışında başka bir şey almadığı savaş suçları göz önüne alındığında, tehdidini yapmadan önce savaş yasalarını düşünmemesi doğaldır.

Amerikan ordu araştırma dairesinin başı General James Gavin, Temmuz 1956’da bir Senato Komisyonunun önünde tanıklık yaptı. Sovyetler Birliğine karşı topyekun bir Amerikan atom saldırısının Japonya ve Filipinler’e kadar tüm Asya üzerine ölüm ve yıkım yayacağını anlattı. Yani, rüzgar diğer yöne esmedikçe. Bu durumda ise, yerine, 100 milyon Avrupalı ölecekti.

 
BİNLERCE HİROŞİMA

 
1950’lerin sonunda, ABD için nükleer hedefler üç tipe ayrılıyordu: ABD için tehlike oluşturan askeri hedefler, Avrupa için tehlike oluşturan askeri hedefler ve Sovyet askeri gücünün ekonomik tesisleri. Ancak radyoaktif döküntünün her durumda üreteceği genel etkiler, hedeflerin farklı tipleri arasındaki tercihi ilginç olmaktan çıkardı. Bu nedenle 1959’daki bir çalışma, tüm Sovyetler Birliği yüzeyi üzerinde “rasgele silah hedefleri”ni önerdi. Bu, nihai sonuçları olan “alan bombalanması” idi.

Tahmini ölümlerin sayısı yıldan yıla yükseldi. Yüz milyon ölü artık yeterli değildi. 1960’a kadar insanlar, tüm Doğu Blokunda yarım milyar ölüden çoktan konuşuyorlardı. Bir misilleme artık güç bela ağır olabilirdi. Diğer birkaç milyonu öldürmek tehdidi, caydırıcılığı yok denecek kadar az artıracaktı.

 
1960’ta ABD hala dünya nükleer silahlarının ezici çoğunluğunu kontrol ediyordu – bin adedi hidrojen bombası olan 10 bin adet bomba. Bu, Sovyetler Birliği’nin sahip olduğundan en az 10 kat daha fazlaydı. ABD, ayrıca bombardıman uçakları ve diğer silah taşıyıcıların sayısında da ileri üstünlüğe sahipti ve onlardan Sovyetler Birliği’nin herhangi bir yerine rahatlıkla ulaşacağı üsler halkasına sahipti.

 
Aynı yıl Eisenhower, uzlaşma ruhuyla karakterize edilen, garnitür yeni bir nükleer hedefler listesini kabul etti. Tam 280 askeri ve politik hedef vardı, artı 131 şehirdeki diğer bin adet hedef.

 
Kennedy 1961’de başkanlığı devralınca, ordunun en son ürünü olan Tek Halinde Bütünleşmiş Operasyonlar Planı (the Single ıntegrated Operations Plan, SıOP) hakkında bilgilendirildi. Bu plan, ABD’nin Sovyetler Birliği üzerindeki ezici askeri üstünlüğüne dayanıyordu ve ABD’nin nükleer silahları ilk kullanacağı sanısından hareket ediyordu. SıOP’ta 170’ten daha az olmayan atom ve hidrojen bombası sadece tek başına Moskova’ya doğrultulmuştu. Plan, Çin ya da Doğu Avrupa’daki hedefleri, bu ülkeler savaşa çekilmemiş olsa da, dışarıda tutma olanağı sunmuyordu. 1961’den başlayarak bugüne kadar devamla SAC’ın, havada saatte karşı dönen hidrojen bombalarıyla donanımlı ve SıOP’a tahsise hazırlanmış bir miktar bombardıman uçağı vardı. Objektif bir hesapla, plana göre yerine getirilecek bir saldırı, 360 ile 425 milyon arasında insanın ölümüne neden olacaktı.

 
Sovyetler Birliği o zamana kadar olan patlamalardan daha büyük, elli tonluk bir süper bomba patlattı (1962). Bu tek bomba, 4000 adet Hiroşima’yı içeriyordu. 50 megatonluk bomba, ABD ve Avrupa’da çoktan abartılıyor olan Sovyetlerin askeri gücü hakkında yanlış bir intiba yarattı. Yağmaya başlayan satelit fotoğraflarından anlaşıldığı kadarıyla Amerika’nın nükleer silah üstünlüğü evvelce inanılandan bile çok daha da eziciydi.

 

Küba füze krizini o kadar tehlikeli yapan da buydu.

 
Genelde inanıldığı gibi eğer her süper güç karşıtını imha etme gücünde olmuş olsaydı, Sovyetler Birliği nükleer silahlarını Küba’ya zor yerleştirirdi. ABD şimdi ya da daha önceden Sovyetler Birliğine komşu bütün müttefiklerinin topraklarına – Büyük Britanya, Almanya, Türkiye, İtalya, Japonya, nükleer silahlar konumlandırmıştı. Fakat şimdi ABD ve SSCB eşit güçte değillerdi. Sovyetlerin kıtalararası savaş kapasitesi halen en aşağı düzeydeydi. Sovyetlerin ABD’ye karşı nükleer ateş gücü o kadar güçsüzdü ki, iki katına ve belki de Küba’daki üslerle üç katına çıkarılması gerekecekti.

 
Bu üslerin Ruslar için bu kadar önemli olmasının nedeni buydu. Ve ABD’nin bunlara tahammül edememesinin de nedeni buydu. Ekim 1962’de dünyanın imhaya doğru birkaç gün için tam sürüklenmesinin nedeni de budur. Bombardıman uçaklarının kanatlarında taşınan ya da ateş için silolarında hazır bekleyen yüz binlerce Hiroşima’nın hedeflerinden birkaç saat belki de birkaç dakika uzakta havada oldukları düşüncesiyle oturuyor ve titriyorduk.

 
ROKETLERE ATOM BOMBASI


Paris topu, Birinci Dünya Savaşının en meşhur topçu silahıydı. Hemen hemen kımıldamaz bu dev, Paris’e yaklaşık 80 mil’lik mesafeden 10 kiloluk mermiler ateşlemişti. Dornberger’in von Braun’dan istediği, Paris’ten iki kat daha uzak Londra’ya 100 kat daha fazla patlayıcı mermi gücüyle ulaşabilecek bir roketti. Ancak ne kadar yararlıydı? Paris topunun yaratıcılarının gözleri, icatlarının teknik harikasıyla kamaşmıştı, fakat onunla ne yapmak istedikleri konusunda hiçbir zaman net olmamışlardı.

Veysel ŞENSOY

Related Articles

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

1,465BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
18AboneAbone Ol

Çok Okunanlar