24 Nisan 2024 Çar

Akkuşun Kanadında Kar Taneleri

Veysel ŞEYSOY’un, Genel Gözlemleri

Akkuşun kanadında kar taneleri

Yabancı ülkelerde uzun süre kalanların vatanlarına geldiklerinde ilk izlenimlerini ve ilk intibalarını konuşurlarken şaşırtıcı derecede aynı şeyleri gördüklerini anlatmalarıdır. 

İlk çarpıcı gerçek insan manzaralarıdır. Daha havaalanından başlayarak izlediğinizin en önemlisi insanların yüzlerinden akan mutsuzluk ifadesidir.  Hiç gülümseyen bir yüz ifadesine rastlayamıyorsunuz.  Otogarda “şuraya aracınız var mı?” diye sorduğunuzda bile aldığınız cevap “kaç kişi?” oluyor ve hani diyorsunuz, hani eskiden kolunuzu çıkarırlardı sizi kendi firmalarına kapmak için… 

Alışveriş merkezlerine gidiyorsunuz; reyonlardan beğendiğiniz bir şeyi seçiyorsunuz ve düzenli vitrininin bozulan görüntüsünü düzeltmeye gelen reyon görevlisi size kabahat işlemişsiniz gibi sert-sert baktığını görüyorsunuz.  Hani diyorsunuz, eskiden beğenmedikçe size beğendirmek için diller döken satıcılar nerde?

Yemek yemeye gidiyorsunuz, garson geliyor;“Ne arzu edersiniz efendim?” ifade sert ve disiplinli. Diyorsunuz; “yaa burada yemek mi yiyeceğim dayak mı?” La havle geçiyor içinizden.

Taksiye biniyorsunuz; taksiciler toplumun dili gibi. Başlıyor anlatmaya. Bir de çantanızdaki uçak bagaj bandları sizin yurt dışından geldiğinizi ele vermişse… “Abi ne var burada yaa? Bitmişiz esnaf kan ağlıyor. Bazen yevmiyemi alamadan gidiyorum eve. Büyük alışveriş merkezleri şehir içine kuruldu. Küçük esnafı batırdılar. Haksız rekabet oluşturdular. Esnafın çoğunluğu icralık oldu.”

Bir müddet suskun gidiyoruz. Bir ototbüs görüyoruz; inasanlar ayakta ve birbirlerinin sırtında adeta. “Bak ağabey, bak! Ekmek parası için nelere katlanıyor insanlar. Şu duruma bakın! Ulaşım zor, şehir kalabalık. Kopan geliyor İstanbula. Bir çaresi de bulunamıyor. Bir de Merkez Bankasını taşıyacaklarmış buraya. Ağabey bir de siyasi başkent yapsınlar da olsun bitsin. Şurdan şuraya adım atamaz oluruz artık…” Konuştukca konuşuyor.

Söze girmek istiyorum: “Benim ilk gördüğüm asık suratlar ve her an patlamaya hazır asabi yapılı insanlar…” diyecek oluyorum.  “ Abi,” diyor. “ Aha şurada adamı kesseler bir diğeri ne yaptığını bile sormaz burada. İnsanlık öldü gidiyor. Kimse başını belaya sokmak istemiyor.”  “işte püf noktası burada.” Diyorum. “ Toplumsal görevlerimizi yerine getirmemek. Tepkisiz ve pasif bireyler olmak. Yaratılmak istenen ruh hali de bu zaten. Neme lazımcılık yüzünden başımızı dik tutamıyoruz. “ Sohbetimiz gideceğimiz yere ulaştığımız için bitiyor.

Bundan sonra iklim şartları çarpıyor suratınıza bir şamar gibi “hoş geldin” diyor.

Birden bire soğuk havanın şoklaması ile şaşırır gibi oluyorum.  Vatanın soğuk havası da bir sevimli oluyor…  Grip de yapsa, tırnaklarınız da sızlasa, parmaklarınız da tutmaz olsa, vatanda olduğunuzu hissediyor ve aldırmıyorsunuz bütün bunlara. Hoş bir sevecenlik duygusu sarıyor benliğinizi.

Sonra, hedef Akkuş diyerek yola çıkıyorum ama Ankara’da pes ediyorum. “Yollar buz tutmuş gelemezsin” diyor dostlar.  Özlemler “kursağımızda kalıyor.”  “Vah!” diyorum. “Akkuşun kanadında kar tanesi.” Görmek arzu etmezmisiniz böyle bir manzarayı?  Nasip gene seneye mi ertelendi?  Akkuş da kar manzaralarını canlı görmek ne  güzel bir duygudur.  Ancak, bu duyguyu içinde yaşamış ve kanıksamış insanlara anlatmakta zorluk çekersiniz.  Bulunduğu ortamın tadını çıkarmak yerine ve kış güzelliklerini yaşamak varken yaz gelmesini özleyenler olacaktır elbette. İnsanı cennete koyarsınız cehennemi özlerler. Akkuş, kışı ile de cennet, yaz’ı ile de cennet bir yöremiz.  Bu güzelliğin farkında olup, doyasıya yaşayanlar kadar şanslı olamadık ama onlar da Akkuş özlemini bilmeyecek kadar şanslı olamadılar.

Anakara’da Tahsin Akkaya ile buluşuyoruz ve anlatıyoruz uzun-uzun. Ben Akkuş için bu kadar sevgi dolu bir kişi daha tanımadım. Bu arkadaşımız bir Akkuş fanatiği.  Öyle şeyler dinledim ki “olmaz böyle !” diyeceksiniz.

“Benim babam sekiz köşe değil ama altı köşeli şapka giyen yakışıklı bir adamdı. Dört evlilik yapmış bir insan ve son eşinden olan en küçük evlat benim. Babam Ankara’ya gelmek için çıkar yola. Çoluk çocuk gurbette yeni bir dünyaya açılmak ve orada yeni bir düzen kurmak, yoksulluktan kurtulmak ister. İster ya, ben yolda mola veren babamdan ilk fırsatta kaçar ve yaya Akkuş’a dönmek isterim ama yakalanır bir güzel dayak yerim.  Akkuş’tan ayrılmak istemem, istemem ya şartlar da beni istemez. Geliriz Ankara denilen bir büyük şehre. Babam kapıcı olur. İyi kötü bir iştir ama hiç bir zaman bolluk içinde istediğimizi alamadık… Bu yoksulluk yüzünden okuma sevdam da bir başka bahara kalmıştır ve beklediğim bu bahar hiçbir zaman gelmeyecektir.”

Sohbet güzel, ortam güzel konu ise hep sıladır. Bu arada dalıyor ve anlatıyor…

“Yoksulluk eskiden daha acımasızıdır. Annem akıtma ekmek yapar, kedi ve farelerden korumak amacıyla gıdık içinde yüksek olan tavana asar. Ben çocuğum, boyum da kısa. Açlıktan kıvranıyorum ama ekmeğe de ulaşamıyorum. Köy evlerini bilirsiniz. Ateş yanan ocak var, açık şöminenin ilkel biçimi. Tam ocaklığın yanında rahatsızlanmış koçumuzu bağlamışız. Ben, sandalye buluyor üstüne sekmen ve kütmekler koyarak ekmek sepetine ulaşmaya çalışıyorum. Tam bu anda hepsi biren devriliyor ve ben tam koçun önüne yuvarlanıyorum. Amanın o da ne_ koç hışımla bana öyle bir tos vuruyor ki dalaklanıyorum.Tabii ekmeği de alamıyorum. Midem gurulduyor ve açlığımı bastıracak bir şeyler bulmalıyım. Evde kimse yok. Bu sırada kenarda bir mısır ekmek parçası görüyorum. Kedilere verilmiş ama kediler yemeden bırakmış. Alıyorum bu kuru ekmek parçasını ve öyle bir iştahla yiyorum ki, hayatımda yediğim en güzel ekmek bu oluyor.”

Bunlar karşısında güleyim mi gülmeyeyim mi ikilem içinde kalıyorum ama kahkahaları da savurduğumu fark ediyorum. Aklıma Sn. Şükrü Yürür’ün anlattığı bir anekdot geliyor. Bir dostundan söz açılmıştı ve demişti ki: “Biz okulda onunla farenin kenarını yediği ekmeğin fare tarafından ısırılmış tarafını ateşte yakarak paylaşıp da yedik.”  Bu vesile ile ona da selam ve hürmetlerimizi yollamış olalım.

Peki diyorum, “ Bir elinde değnek diğer elinde poşet, pantolonun çorapların içindeki fotoğraf neden?..”

Diyor, Akkuşluluğumu vurgulamak, köy çocuğu olduğumu vurgulamak için. O poşette sonbaharda bahçedeki meyvelerin dallarından topladığım armut, elma ve cevizler vardı. Akkuş’da Ankara’da dostlara bir memleket kokusu olarak birer ikişer dağıttığım meyveleri doldurmuştum.” “Eskiden yaşlılar, bir tek meyve koparsak azarlarlardı bizleri; oysa şimdi dallarında çürür olmuşlar.”…

Bu fırsattan istifade ederek İhsan beyleri de ziyaret etmeyi düşünüyordum. Fakat Sevgili Annem, “Onlar gelemiyorsa ben onlara giderim.” demiş ve  Ankara’ya gelmez mi!.. Annelik duygusu na kadar güçlü bir şey ki, ben elliyi geçmişim, Annem yetmiş beş yaşlarında ve ben hala onun küçük çocuğuyum…

İlk izlenimlerin izi yavaş yavaş siliniyor hafızamdan ve yerini bu güçlü sevgi duygularını nasıl izah edeceğimizin düşüncesi alıyor. Sıla sevgisi ve evlat sevgisi ikilemi arasındaki fark nedir sizlere bırakıyorum.

Şimdilik yol anılarından özetimiz bu kadar.

Görüşmek ümidi ile

Selam ve saygılarımla,

Veysel ŞENSOY

Related Articles

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

1,465BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
18AboneAbone Ol

Çok Okunanlar